KIRK BİRİNCİ ODADAN MEKTUPLAR
DERYA MAKBULE ARAS
I.
Galatasaray’da Nur-ı Ziya sokağında bir bürosu vardı. Mektuplarımı o adrese yazardım. Hep merak ederdim mektuplarımın gittiği o adresi. Nasıl bir apartmandı, katil duruşlu mu, oyundan atılmış çocuk bakışlı mı, ayakta duramayacak kadar yaşlı, bastonlu muydu? Asıl önemlisi vakur bir apartman mıydı? Peki içi nasıldı, girer girmez İstanbul’daki pek çok binada olduğu gibi keskin bir küf, nem, tuz kokusu naftalinli bir yalnızlığa karışıp yürek burkulmalarına iyi geldiği söylenen ve makinalaşmak için çırpınan kalabalıkların soğuk nefesiyle üşütür müydü insanı?
Posta kutuları gri boyalı , donuk yüzlü demirden mi, yoksa rengi sarıdan kirli bir kahverengine dönüşmeye başlamış ahşaptan mıydı? Merdivenleri şu döne döne yukarı kıvrılanlardan mı yoksa çatık kaşlı bir çehre gibi dimdik olanlardan mıydı? Ve sen o apartmana nasıl girerdin acaba? Telaşlı mı, dalgın mı, bakışların posta kutusunun merakıyla ışıldayarak mı? O apartmana her girişinde başını çevirip sağ yana-herhalde posta kutuları sağdadır- bakar mıydın? Orada gördüğün zarf yüreğini hoplatır mıydı? Ve mektup bendense eğer hemen zarfı açıp merdivenleri yavaş yavaş, duraklayarak çıkarken okumaya mı başlardın yoksa ceketinin iç cebine koyup sakin ve deniz kokulu bir köşede akşam rüzgarı sigaranın dumanını uçururken mi okumayı seçerdin? Sen benim mektuplarımı nerede, nasıl okurdun? Gözlerin sözcüklerime sarılıp hasret giderir miydi, ellerin titrer miydi? Bir keresinde “ Ben yazdıklarını okuduktan sonra günlerce kendime gelemiyorum” demiştin. Uzanıp kirpiklerinden öpmüştüm, kirpiklerinde ölmüştüm...
Su yeşili kağıtlara yazardım, mavi mürekkepli kalemle. Sayfalar dolusu, dalgalı bir deniz gibi yazardım. Yazdıkça durulurdum. Ben belki de ömrümce sana o mektupları yazdığım zamanki kadar mutlu olmamışımdır. Ve seni o mektupları yazarken sevdiğim kadar çok sevmemişimdir. Bir vecd hali içinde, başka hiçbir şey duymadan, düşünmeden yazardım. Sesleri duymaz, baktığımı görmez olurdum. Soluduğum hava allar yeşiller giyinip etrafımda dönerdi; “zil, şal ve gül!” sarhoşluğuyla raksederdi. Sonra yorgun düşerek aşktan, bir köşeye kıvrılıp huzurlu bir kedi mırıltısıyla bakardı.
Hayat içinde bir hayat yaratmıştım kendime. Kimselerin bilmediği gizli kırk birinci odamdı mektuplarım. Kırk birinci odamın sevinciyle yaşıyordum, bütün odalarımı kırk birinci odamın ışığıyla aydınlatıyordum. Kırk birinci odam her defasında içimin başka bir sokağından geçip senin ayaklarının değdiği, nefesinin dağıldığı, sesinin yankılandığı o apartmana uzandı.
Sonraları Istanbul’a gelişlerimde Nur-ı Ziya sokağına kaç kez geldim, kaç kez o apartmanın çevresinde dakikalarca, tereddütle dolaştım, bilmiyorum. Orada ürkek bakışlarla dönüp dolaşırken bile birdenbire karşıma çıkacaksın diye yüreğim ağzıma gelmişti, seni görmeye dayanamazdım. Bir keresinde apartman kapısına iyice yaklaşıp posta kutularını olsun görmek istemiştim, yapamamıştım. Bir büyünün bu kadar yakınında dolaşmaktan, onu bozmaktan korkmuştum. Oysaki seni görmeyi ne çok istemiştim! O gün orada olma ihtimalin binde birdi belki; ama bu bile takatimi kesmiş, nefesimi tüketmişti. Değil o apartmandan içeri girmek, kapısından başımı uzatıp içeri bakmak bile vahşi bir heyecanla içimi tırmalamıştı. Bunları bilsen ne çok üzülürdün, bilmeni istemem! Aşklardan geriye hiç paylaşılmamış, yalnız bir kişinin bildiği hüzünler kalmalı, yalnız bir kişinin yaşadığı yürek çırpıntıları kalmalı...
Nur-ı Ziya sokağı bir heyecanın akış yeri, hüzünlerin parçalanış yeri oldu hep. Garip, o sokağa her gittiğimde hava yağmurluydu. O sokakta hep ince ince yağan bir yağmurla , kara bulutlarla yüzü örtülmüş bir gökyüzüyle dolaştım. Yaralı iç yolculuklarından döndüğüm gibi döndüm o sokaktan. Bir keresinde koyu gri, uzun tüylü bir kedi vardı, sokağın ıssızlığında kaybolmuş bir kedi. Yağmura aldırmadan bir duvar dibine kıvrılmış; yağan yağmuru kabullendiği gibi dünyayı da kabullenmiş , içine sığdırmış, sönmeye yüz tutmuş bir odun ateşinin dinginliğiyle bakan bir kedi. Fotoğrafını çekmiştim. Ne zaman o fotoğrafa baksam kendimi görüyorum. Hüzünlü, yağmurlu bir sokakta yolculuklardan yorgun düşmüş, soluk bir gölge gibi dolaşan kendimi.
II.
Oysaki biz seninle ilk kez güneşli bir temmuz günü, leylak sesli bir merhabayla buluşmuştuk. Hiçbir yüzde o gün senin yüzünde gördüğüm gibi bir heyecan görmemiştim. Heyecan senin yüzünde bahar şarkıları söyleyen bir çocuk korosuydu, uçuşan kelebeklerdi,aşkın denizi görmüş haliydi. Birkaç dakika hiçbir şey konuşmadan, nereye gittiğimizi bilmeden yürümüştük. Sonra sen anlatmaya başlamıştın. Sesin, yüzündeki çocuk korosuna karışmıştı. Cıvıl cıvıldın, kalabalıktın, denizdin, martıydın, güneştin, sudaki aksimdin. Dik yokuşlu bir sokaktan Sarıyer’e çıkmıştık. Bir eski zaman sevdasıyla yaşlanmış evlerin, sırtını ağaçlıklara yasladığı, çayını yudumladığı bir sokaktı. Evlerin pencerelerinde, balkonlarında sardunyalar söyleşiyordu. “Ne güzel sardunyalar.”demiştim. “Ben çiçekleri çok ayırt edemem” demiştin. “Sardunyaları bile mi?” demiştim hayretle. Gözlerime bakarak gülümsemiştin. O an ellerimi uzatıp yüzüne dokunmak, boynundan sardunyaların teni kamaştıran kadifeliğiyle öpmek istemiştim...
Durmaksızın anlatıyordun. Yokuş, nefesini kesiyordu, sesin zorlanıyordu. Sözcüklerin ağzı yıllardır kapalı kalmış bir çömleğin içinden çıkan bir kobranın ışığı görünce duyduğu sevinçle, sabırsızlıkla akıyordu dudaklarından. O güzelim kır kahvesinin aşklara aşina bakışları altında sesini dinliyordum, sesini içiyordum. Sigaranın dumanı, cam fincanın kenarına tutunup gözlerini kapatıyor ve boğazın en güzel yerinden serin sulara bırakıyordu kendini. İstanbul içime dolmuştu. Ağzımı açıp bir şey söylesem her şey uçup gidiverecekmiş gibi bir korku, bir ince korku sarıyordu her yanımı. Konuşamıyordum, yalnız sorduklarına cevap veriyordum. Yüzüm nasıl bir hal içindeydi, bilmiyorum. Yüzüm bu aşkı nasıl taşıyordu, gözlerim sana nasıl bakıyor, ne söylüyordu, ben oturduğum yerde nasıl oturuyordum, bilmiyorum.
İçime yeni bir “ben” doğmuştu. Ben onun sarhoşluğunu, başı dönmüşlüğünü, aşkını tanıyamıyordum. Gözlerimi kaldırıp yüzüne baktığımda o içimde kıpır kıpır eden “ben”i göreceğinden korkuyordum. Görülmek nedir, bilmiyordum, korkuyordum; fakat o gün göz göze geldiğimiz her an beni ilk kez biri-sen!-olduğum gördün ve ben seni olduğun gibi gördüm.
Sarıyer’den Boğaz ne güzel görünüyordu o gün. Bir bulutun üstüne çıkıp Istanbul’un üzerinde dolaşıyor gibiydim. İçime içime sokulan uysal bir kokuydu o gün Istanbul.Anlatıyor, anlatıyordun; ezeli bir aşinalıkla dinliyordum. Saçlarım rüzgarla uçuşuyor, yüzümü örtüyordu. Ellerini uzatıp dağılan saçlarımı düzeltmiştin”Rüzgar saçlarına aşık oldu” demiştin. Yüzün güneş vurmuş bir suyun dibindeki taşlar gibi ışıldamıştı.
Sesin ve yüzün bir resim çiziyordu; bütün renklerin dans ettiği bir resim, üstüne aşkın altın gölgelerinin düştüğü bir resim; fakat bir de inatla fırçanın ucuna kadar gelip çizdiğin resme damlayamayan bir renk vardı. O renk fırçanın ucuna doğru katran kıvamında her akışında yüzünde ölüm sessizliği beliriyor, sesin donuyordu. Gözlerinde o anlarda hep aynı ifade :”Telaşlanma, o bir yanılsama. İnan bana öyle bir renk yok, o renk bu dünyaya ait değil!” diyordu. Annesine “O bardağı ben kırmadım!” diyen çocuğun yalvarışıyla bakıyordu gözlerin. Gerçeğin er geç ortaya çıkacağını bilen ama birkaç saatliğine, birkaç günlüğüne de olsa o gerçeğin karabasanından kurtulmak, kaçınılmaz sonu biraz daha uzaklaştırmak isteyen bir yalvarışla! O rengi her görüşümde bembeyaz oluyordum; ama yine de aldanmak istiyordum, aldanmış gibi yapıyordum, “Tabii ki yok, o rengin olmadığını ben de biliyorum, kaygılanma” diyen gözlerin avutuculuğuyla bakıyordum gözlerine. Bir idam mahkumunun idamına birkaç saat kala kendisini “Hala af çıkabilir!” umuduyla yalnızca o birkaç saat için olsun kandırması gibiydi yaptığımız. Birkaç saatliğine olsun bütün renklerini bizim seçtiğimiz, çay kokusuyla buğulanan, rüzgarla uçuşan, vapur düdükleriyle şenlenen, kalabalıklaşan, yüzümüzdeki sokakların lambalarıyla aydınlanan bir resim! Öyle bir resimdi ki insan o resmin hayaliyle bile bütün ömrünü geçirebilirdi.
Aradan onca zaman geçti ben Sarıyer’e bir daha hiç gitmedim. O sokaktan senin nefesini yanımda duymadan, sesini içime çekmeden geçemedim. Senden geriye kalan en silinmez iz, sesin oldu hep . En çok sesini özledim. Eğer sağır olsaydım yeryüzündeki iki sesi duymayı isterdim. Denizin sesi ve senin sesin. Senin sesin uzak, yabancı şehirlerden sonra dönülen şefkatine alıştığımız şehirlerdi; hastalıktan sonraki nekahat devresiydi; yıllarca demir parmaklıklar ardında çürümüş bir tenin ayaklarını bastığı bahar toprağıydı; atlıkarıncaydı, dönme dolaptı; uykudan uyanıp perdeleri açınca göz göze gelinen yağmurdu; bir dağın doruğundaki kardı, o karın üzerinde yakılan ateşti...
Ben; sesine, sözcüklerine, bakışlarına sımsıkı tutunup çırpınan, kuduran, coşan bir denize karıştım o gün. Biliyordum, bütün nehirler denize ulaşmak özlemiyle çağlayıp akarlar ve nehirler denize karıştıktan sonra bir daha aynı nehir olamazlar. Med-cezirlerle sarsılan, kükreyen bir deniz olarak yaşarlar geri kalan ömürlerini; fakat bir denizin med-cezirleri kadar yaşadığını hissettiren kaç şey vardır insana!
III.
O güneşli temmuz gününün üstünden yağmurlar, güneşler, bulutlar, şarkılar, yolculuklar gelip geçti. Aşkın med-cezirleri midye kabuklarıyla kesilmiş kalplerin kan izlerini bıraktı sahilde. Kumlara yapışan kan lekeleri derinlere indi; o kumların üstüne yine yağmurlar düştü, güneşler düştü. Kan izleri dipte kimsenin göremediği siyah incilere dönüştü.
Denizi çok severdin, fırtınalı denizleri hele...Seni tanıdığımda fırtınaları unutalı çok olmuştu. Unutmak istemiştin, yorulmuştun; fakat denizi, fırtınalı denizi öyle özlemiştin ki dayanamadın koştun. Karşı konulmaz bir özlemle, bir nehrin deniz özlemiyle bıraktın kendini dalgalara; ama fırtına öyle güçlüydü ki bir daha geri dönememekten korktun, karayı bir daha görememekten, görüp tanıyamamaktan, tanıyıp alışamamaktan korktun. Korkun çekip aldı seni, özlemiyle yanıp tutuştuğun denizden. Döndün. Emniyetli, düz bir çizgi kadar durağan karana, kalabalıkları bastığın yalnızlığına, ağırlığına alıştığın yalnızlığına...
Kalbin o denizin özlemiyle inleyip durdu, duymamak için kulaklarını tıkadın. Duymamalıydın. Yorgundun. Dayanacak gücün yoktu.”Dayanamıyorum!” demiştin. “Ben bu aşka dayanamıyorum!” Güneşli bir temmuz gününde gözlerindeki fırçadan süzülemeyen o renk çizdiğin, çizdiğimiz resmin üstüne damlamıştı. Perde perde solmuş,tanınmaz olmuştu resim; ama ben o resmi hep ilk haliyle hatırladım, o resmi hatırladıkça yaşadım, bütün hayatımı o resmin renklerine boyadım.
IV.
Istanbul karlar altındaydı. Ocaktı. İnsanın içine işleyen bir kar soğuğuyla buz tutuyordu herkes, her şey...”Son bir kez göreyim seni” demiştim. Bir tren garında vagonların küçücük pencerelerinden süzülüp geride kalanların yüzlerinde çizgi çizgi gizlenen bir iç acısıyla; bir “Gitme ne olur!” yalvarışının trenin son düdüğüne karışan kaybolmuşluğuyla“Peki” demiştin.
Üstünde gri bir palto vardı. Nefesin duman duman bir alacakaranlığa dağılıyor, geç kalmış bir martının eve dönme telaşıyla ürkekleşiyordu. Bakışlarında hiç dinmeyecek bir iç kanama...Yüzünde birbirine karışıp bir çıkmaz sokağa dökülen bin bir anlam. Bir elin paltonun cebinde, diğerinde sana ait değilmiş gibi yanan bir sigara. Beni görünce sigaranı attın. Karda bir korun küle dönüşünü gördüm. Sana doğru yürürken yüzüne bakamadım. Nereye baktım, nasıl yürüdüm, bilmiyorum. Karşı karşıya gelince başımı kaldırıp gözlerine baktım. Aşkı gördüm. Göğsümün içinden taşıp gelen bir dalga, kaynayan bir dalga, gözlerimden taştı; ayaklarımın altındaki karların üstüne sıcak, sımsıcak düştü, söndü.
İki elini uzatıp ellerimi tuttun. Ellerini bir daha bırakamamaktan, bırakıp gidememekten korktum. Bir aşkı paramparça edecek sorular sormaktan; avazım çıktığı kadar bağırıp hiçbir şeyi umursamamaktan korktum! Sonra sarıldın bana, kollarının kavrayışında can verdi yalnızlığım. Nefesim; kulaklarının, boynunun ılık teninde gezinirken soğuk dudaklarım şah damarının üstünde sardunya kokularıyla kamaştı. Teninin sıcaklığı dudaklarımdan tenime aktı. O an anladım tek hece olan yalnız “son” sözcüğüydü, hiçbir son tek heceli değildi.Aşk , noktayla sonlanacak bir cümleyle bitirilemiyordu! Aşkın sonu yoktu. Son, aşkın kimyasında olmayan tek elementti! Aşk tek heceyle başlattığı saltanatını tek heceli bir köleye,”son”a, kaptırmayacak kadar güçlüydü, sarsılmazdı, ebedi hükümdardı. Ne bir son ne bir nokta aşktan sonra; aşktan sonra yalnız üç nokta olabilirdi, her zaman üç nokta...