KADININ MİTOSU: FEMİNİZM
Selma Ulusoy
“Kadın çalışmaları alanı, kadınların nasıl ezildiği, buna rağmen nasıl var olduğu ve bununla baş etmeyi nasıl becerdiği; bu mücadelelerin tarihi, yani cinsiyete dayalı ezilmenin bugüne kadar nasıl devam edebildiğini anlamaya çalışmak olarak tanımlanabilir”(Sancar;2003:164).
Bu makalede öncelikle feminizm hareketinin nasıl doğduğundan ve geliştiğinden bahsedeceğim. Ardından da dünyada en çok yankı bulmuş feminizm akımları hakkında genel bir bakış açısı sunacağım.
Feminizm; “On sekizinci yüzyılda İngiltere’de doğan, cinsler arasındaki eşitliği kadın haklarının genişletilmesiyle sağlamaya çalışan bir toplumsal hareket”(Marshall;2005:240) olarak tanımlanmaktadır.
Kadın hareketleri 1960’tan sonra gündeme gelmeye başlamış ve feminizm akımını doğurmuştur. “Feminist hareket tarihsel açıdan I. Dünya Savaşı öncesi ve 1968 sonrasında olmak üzere iki döneme ayrılmaktadır.
Bu hareket ile birçok kadın bir araya gelmiş "daha önemlisi kadın-erkek eşitsizliğine karşı bir şeyler yapılması gerektiğini, bu konuda ilgisiz birçok kadına fark ettirmişlerdir. Feminizm 1968 sonrasında daha geniş bir tabana yayılma eğilimi göstermiştir.
Günümüzde feminizm bazı vurgu farklılıklarıyla değişik ülkelerdeki çeşitli kadın gruplarınca benimsenmektedir”(İmançer;1990:156). Feminizm hareketi yalnızca cinsler arasındaki biyolojik farklar sonucu değil kültürel, ekonomik, siyasal farklarında olduğu bir kültürel bilinçlilikle doğmuştur. Feminizm hareketi öncelikle 19. y.y.da eşit işe eşit ücret sloganıyla ortaya çıktı.
Çünkü sanayileşmeyle birlikte kadın ve çocuk işçiler erkek işçilerden daha düşük ücretle çalıştırılıyorlardı. Fakat bu slogan salt ekonomik olmakla birlikte daha sonra kültürel, sosyal ve siyasal boyutlar kazandı. Feministler asıl sorunsalı erkeğin kültürel hegemonyası olarak belirlediler. Pozitif ayrımcılık söylemleriyle hareket ettiler. Fakat böylece kendi mitoslarını ürettiler. Kendilerini toplumsaldan soyutlayıp mistisize ettiler. Ya da maskülenleşerek kamusal alana sızma girişiminde bulundular. Atletik yapılı, kaslı ve erkeksi görünümleriyle kadın artık medyada yer almaya başladı. “…
Eril atletizm en yaygın modelini reklâmın, filmin, kitle edebiyatının her yerde önerdiği biçimiyle (yönetici) kadronun atletizminde bulur: Keskin bakış, geniş omuz, güçlü kas ve spor araba( Baudrillard;2004:175). Bu erkeksileşme eğilimi kendilerini toplumsaldan koparmalarından kaynaklanmaktadır. Kadına göre “İki ayrı kültür vardı: Biri, erkekleri içinde yer aldıkları dünya, öbürü kendi alemlerinde: yalnızca kadınlarla çocukların yaşadığı dünya” (French’ten akt. Saim; 2004:17).
Kadına cinsiyet rolü yüklenirken genellikle ev içi alana hapsedildiği tüm feministlerin üzerinde konsensüs oluşturduğu bir konudur. Kadın doğurganlığı nedeniyle çocuk bakımını üstlenmiştir. Bu yüzden de toplumda bu görevi yerine getirmesi beklenilir. Fakat feministlere göre toplumun kadına atfettiği bu rol onun kamusal alandan yalıtılmasına neden olmuştur.
Bazı feminist yazarlarda bu olguyu kapitalizmin yarattığını savlamaktadırlar. “Kapitalizmin çalışan erkeğinin işini kolaylaştıracak olan kadın, sisteme ancak tamamlayıcı rolleri ile katılabilecekti. Bu doğrultuda cinsiyetçi rol beklentileri, kapitalist sistem için oldukça işlevseldi”(Donovan;1997:161).
Feminizmin en önemli tıkanma noktası pratikteki sorunlardır. Hangi feminist akım olursa olsun teorilerinin pratik yansımalarını görmekte zorlanmışlardır. Tarihsel bir okumadan bunu çıkarsayabiliriz. “Gelinen aşamada en önemli sorun, feminist kuramın ulaştığı düzeye uygun bir politikanın geliştirilmesi, düşünsel alanlarda gerçekleşen bu başarının hayata yansımasıdır”(Selek;2006:27).
Feminist teorinin ihtiyaçlar doğrultusunda ve kadınların deneyimleriyle ortaya çıktığı açıktır. Bu nedenledir ki bu hareketin eylemsel yönü vurgulanmaktadır ve pratikteki yansımaları bu derecede önemsenmektedir. Yine de eylemsel sürecin oluşturulması için teorik arka planın hazırlanması gerekmektedir ki teorisyenlerde bunun farkına varmışlar ve bu hareketin ortaya çıkmasından sonra bu hareketi felsefi bir biçimde temellendirmeye çalışmışlardır. “Aktif felsefi tasavvura duyulan ihtiyaçla doğru orantılı olarak birçok çağdaş feminist filozof kadınların deneyimleriyle ilintili olan metaforlarla çalışmakta ya da kadınlıkla ilgili geleneksel göndermelere farklı yorumlar getirmektedir”(Kalnicka;2006:12).
LİBERAL FEMİNİZM
Feminist akımlardan en önemlisi ve en çok yankı bulanı Liberal Feminizmdir. Bu akım liberal politikalardan beslenerek kadınların temel hak ve özgürlüklerini kullanmasında devlet müdahaleciliğini reddeder ve kadınlarında erkekler kadar bu hakları kullanabilmesi gerektiğini savunur. Kadınlarla erkekler hayatta sorumlulukları eşit bir biçimde paylaşabilmelidir ve kadınlar kendilerini kamusal alandan soyutlamamalıdır. “Kadınlara, ahlaklı bir zevk verici olmayı öğretmek yerine erkeklerle birlikte gereksinimlere boyun eğmeyi öğretin”(Wollstonecraft’tan akt. Saim;2004;83–84).
Genel olarak bu akıma mensup düşünürler kadınları zihniyet gelişimi ve eğitimine vurgu yapmaktadırlar. “En iyi yetişmiş kadınlar, kafaları ve ruhları eğitilmiş olanlardır”(Woolf’tan akt. Saim;2004:33). Bunun dışında eleştirel düşünmenin ve sorgulamanın önemini vurgulamışlardır. Dinin ve geleneklerin kadınları kısıtladığını, var oluş alanlarını daralttığını öne sürmektedirler. Liberalist düşüncenin Aydınlanma etkisiyle ortaya çıktığını göz önünde bulunduracak olursak bu iddia pek de şaşırtıcı sayılmaz. Fakat bu akım bundan daha ileri gidememiş ve çok fazla teorik kalmış ve pratik hayatta işlevsellik arz etmemiştir.
MARKSİST FEMİNİZM
Bu feminist teori Marx ve Engels’in görüşlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Yöntem olarak tarihsel materyalizmi kullanmaktadırlar. Bu akımın mensuplarının dikkat çektiği en önemli nokta kadınların üretim sürecine katılmaları gerektiğidir. Onlar kadınları ev içi alana kendilerini hapsetmekle suçlarlar. Kadınlar üretim sürecine aktif olarak katılmalı ve tüketici kimliğinden vazgeçmelidir. Üretici gücü elinde bulunduran erkekler erklerini bu yolla meşrulaştırırlar. Kadınlar kendilerini ev içi alana hapsederek emeklerine yabancılaşmaktadırlar.
Bu yüzden kadınların bilinçlilik durumları geliştirilmelidir çünkü bu bir devrimci praksistir. İlkel komünal dönemde toplum anaerkil bir yapıya sahiptir ve erkekler dış dünyadaki, kadınlarda ev içindeki üretim araçlarına sahiptirler. Böyle bir toplumsal işbölümü vardır. “İlkel toplumlarda cins-yaş sınıflandırması olgun erkek ve kadın arasında eşitsizlik yaratmamaktaydı. Cinslerin ikisi de, farklı alanlarda olsa bile, önem derecesi ayırt edilmeksizin topluma yararlı emek faaliyetlerde bulunmaktaydılar, bundan dolayı bir cinsin diğerinin üzerinde egemenlik kurması olanaksızdı”(Smychkova;2006:5). Fakat daha sonraları erkek ev içindeki ve dışındaki üretim araçlarına sahip olmuştur.
FEMİNİZM VE VAROLUŞÇULUK
Bu akımın en önemli teorisyenlerinde biri Simone De Beauvoir’dir. Ona göre toplumlarda kadınlar öteki ya da ensoi durumunda, erkekler ise egemen cins, ayrıcalıklı ya da poursoi durumundadır. Kadın ancak kendi bedenini ve cinselliğini yadsıyarak var olabilmektedir.
Genel olarak tüm kadınlar içten içe erkeklerin aşkın ayrıcalıklarını yadsımakla birlikte onlara boyun eğmek zorunda bırakılmışlardır. Beauvoir hocası Sartre’ın de izinden gider ve var oluş bulantısının yanında bir de kadınlık bulantısı eklendiğini belirtir. Fakat insan her zaman var oluş durumunu sorgulamak zorundadır. Yaşamda bir şeyler üretmek ve doğayı aşmak zorundadır. Ayrıca benliğiyle barışarak özne olma durumuna geçmelidir eğer kadınlar kendilerine özne olma haklarını verirlerse erkeklerde bu durumu kabulleneceklerdir.
Beauvoir çözümü kadınları kendi cinsellikleriyle barışmakta görür. “Dünya görülebilmek, keşfedilebilmek, anlaşılabilmek için bana muhtaçtı. Ben yoksam, dünyada yoktu” (Beauvoir’dan akt. Saim;2004:25). Aslında kadınlar yalnızca cazibeli görünmek ya da tamamen cinselliğini yadsımak arasında sıkışıp kalmışlardır. Benliklerinde bir yandan erkeklere kendilerini beğendirmek kaygısı bir yandan da cinselliğini yadsıyan bir sarkaç vardır.”Vücut merkezli toplumsal kurama duyulan istek, kadın açısından büyük bir sorunsaldır.
Kadın, seksi olan fakat saygı duyulmayan bir vücutsal varoluşla, (kilise azizleri gibi) kendini inkâr etme anlamına gelen, vücut merkezli olmayan bir varoluş arasında gidip gelen bir kişilik bölünmesi yaşamaktadır”(Tseelon;2002:103).
Bunun dışında Beauvoir’ın Freud ile bir hesaplaşması vardır. “Şurası açıktır ki, babayı tanrılaştıran kadının yaşam enerjisi değildir… Babanın üstünlüğü toplumsal bir olgudur: ve Freud bunu anlayamamıştır”(Beauvoir;1993:48). Psikanalitik kuram erkek bilinç tarafından üretilmiştir.
Freud’u Oedipus kompleksini ya da libido gibi kavramları kullanırken eril vurgular yapmakla suçlar. Oedipus kompleksi Freud’un psikanalitik kuramının temel tezlerinden biridir. Genel olarak bu kompleks “… Anne babadan karşı cinsten olan sevecen bir bağlanmaya konu iken, aynı cinsten olan, arzuların gerçekleşmesini engellediği için düşmanca duygulara hedeftir”(Green;1992:27) şeklinde açıklanabilir.
Burada erkek çocuk annesine cinsel istek duyar ve babasını öldürme dürtüsü belirir fakat hadım edilme korkusu ağır bastığından annesine olan ilgisini bastırmak zorunda kalır. Zaten bu kompleksin adı bize eril özseverliği anıştırmaktadır.
Genel olarak bu akıma mensup düşünürler alternatif bir kültür inşa etme yoluna gidilmesi gerektiğine işaret etmişlerdir. Bu alternatif kültür ataerkilliğe karşı kurulmalıdır ve erkek cinsini kutsayıcı yapının sert kabuğu kırılmalıdır.
RADİKAL FEMİNİZM
Bu kuram diğer kuramlardan farklı olarak kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizliğin kültürel değil biyolojik temelli olduğunu belirtmektedir. Bu eşitsizlik yalnızca biyolojiktir. Bunun dışında her iki cins de eşittir. Bu kuramı sistemleştiren Shulamith Firestone biyolojik temeli şöyle açıklar: “Irkların, tıpkı cinsel sınıfların ortaya çıkışında olduğu gibi bedensel yapıya göre ayrışması, yalnızca eşit olmayan güç dağılımdan doğmuştur.
Bu nedenle, ırkçılık cinselliğin uzantısıdır”(Firestone’dan akt. Saim;2004:61). En önemlisi kadının kamusal alanda var olamamasının nedenini evlilik ve aile kurumuna bağlamaktadırlar. Aile bu kuramcılara göre, ataerkilliği kutsamaktadır ve ataerkilliğin devamını sağlayan en önemli kurumdur. Sosyalizasyon süreciyle ataerkilliği aktaran bir kurum olarak görülür.
Kadına aile içinde tamamlayıcı rol yüklenmiştir. Toplumda zorunlu evlilik zorunlu oldukça kapitalizmin yeniden ürettiği fahişelikte ortadan kalkmayacaktır. “İlle de meşru olmayan cinselliklere bir yer ayırmak gerekiyorsa, en iyisi bunların başka yerde gürültü koparmalarıdır: Üretim değilse bile, hiç olmazsa kar çarklarına yeniden sokulabilecek bir mekânda… İşte hoş görülen bu yerler, genelevler ve sağlıkevleri olacaktır.
Fahişe, müşterisi ve pezevengi, psikiyatrist ve histerik hastası- Stephen Marcus’un deyişiyle, şu öteki Viktoryenler- söylenmeyen hazzı, hesaplanabilir şeyler düzeyine gizlice dahil etmektedir; o zamana değin üstü kapalı bir biçimde hoş görülen sözcükler ve hareketler, orada yüksek fiyatla alınıp satılır. Yaban cinsellik, gerçek olanın iyice yalıtılmış biçimlerine ve kodlanmış, sınırlandırılmış yer altı söylemlerine ulaşma hakkına, ancak orada sahip olacaktır”(Foucault;2003:13).
Bu kuramcılar dilin düşün dünyamızı belirlediği görüşünden yola çıkarak dilin eril yapısının ve ataerkil söylemlerin karşısına alternatif bir dil oluşturulması gerektiğini ortaya koyarlar.
Radikal feministler kadınların doğurgan olduklarından dolayı çocuk bakımını üstlendiklerini böylece de yalnızca özel alanda etkinlik gösterdiklerini ortaya koyarlarken akımın adı gibi radikal bir çözüm önerisi getirirler.
Teknolojiden yararlanılarak yapay üreme mantığıyla erkeklerinde çocuk doğurması gerektiğini düşünürler böylece artık çocuk bakımı her iki cins tarafından eşit bir biçimde paylaşılabilecektir ve cinsler arası eşitsizlik böylece sona ermiş olacaktır. Bu öneri radikal feministlerin birçok eleştiri ve tepki almasına yol açmıştır.
“Bu hareketin teorik ifadesi, derme çatmadır. Öğretisi de çoğunlukla dinsel bir dogma veya uzlaşımsal erkek ve kadın rollerinin biyolojik zorunluluğu yansıttığını ve bu zorunluluktan ortaya çıkan toplumsal çeşitlenmelerin patolojik olması gerektiğini öne süren bozulmuş bir darwinizmdir”(Connell;1998:65–66).
İSLAMCI FEMİNİZM
İslamcı feminizm, yeni ortaya çıkmış gibi görünse de yüz yılı aşkın bir süredir vardır. Bu akımın asıl çıkış nedeni batıya İslam toplumlarında kadınların köleleştirilmediğini, ikinci cins olmadığını anlatmaktı. Kadının aile içindeki rollerine vurgu yapılmaktaydı ve kadını aile kurumunun içine yerleştirmekteydi.
Fakat son yıllarda bu düşünce yeni İslami feminist yazarlar tarafından eleştirilmektedir ve kadının erkeği tamamladığı görüşünün yetersiz kaldığı belirtilmektedir. Artık bu akıma mensup yeni kuşak yazarlarda tam bir eşitlik ve özgürlüğü savunmaktadırlar. Bu eşitliğinde İslamiyet ile uyumlu olduğunu göstermeye çalışmışlar ve metodolojik bir yöntem izlemişlerdir. Bu kuramcılarda biyolojik değil kültürel farklılıklara vurgu yapmışlardır. Modernizme sıcak bakarken bir yandan da referanslarını ait oldukları İslamiyet’ten alarak kuramlarını oluşturmuşlardır.
“…Kadınların sınıfsal, ulusal, ırksal ya da etnik aidiyetleri de vardı ve bunlarda onların özerklik yolundaki çabalarını engelleyerek bağımsız bir hareket yaratılmasını zorlaştırıyordu. Buna karşılık kadınlar tümüyle ayrılıkçı bir hareketin içine sıkışıp kalıp gettolaşmak da istemiyorlardı”(Berktay;1994:18).
Bu aidiyetler ya da farklılıklar olsa olsa toplumsal bağlamda fark edilebilirdi. İslam toplumlarını dolayısıyla da İslamı referans alan teorisyenleri ötekileştirmek bu noktada tüm iletişim yollarını tıkamak olurdu. Nitekim modern bir hareket olarak tanımlanan feminizmin içinde yer almak İslamcı Feministlerin eleştiri almasına neden olmuştur. “…toplumsal cinsiyet ve ulus kimlikleri gibi kollektif kimliklerin, siyasi açıdan taraflarca ne kadar özselci bir kılığa büründürülürse büründürülsünler, bireyler tarafından değişebilir ve öngörülemez olarak yaşandığını söyleyebiliriz.
Kimliklerin şekillenme ve değişme biçimlerinin ilişkisel olduğunu da buna ekleyebiliriz. Bir başka deyişle, tanınan ya da tahayyül edilen başka insanlara göndermede bulunmadan bir benlik inşası düşünülemez”(Cockburn;2004:293).
Kutsal metinleri okuduğumuzda da özellikle Kuran özelinde düşünüldüğünde Adem yaratılmıştır ve Havva Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Fakat dikkatli bir okumayla Adem Havva’ya göre konumlanmış ve o yaratıldıktan sonra biçim almıştır. “O, kendi asli kimliğini Havva ile birlikte kazanır ve tarih süreci, ancak Havva’nın Adem’in yanı sıra kendini ifşa etmesiyle açılır”(Fidan;2006:111).
Metodoloji olarak tarihsel yöntemi ve hermeneutiği kullanmaktadırlar. Kuranı ve Hadis-i Şeriflerin kadınlar hakkındaki görüşlerini böylece daha sağlam bir perspektiften analiz ederler. Bunun dışında kadınlarla ilgili hadis ve ayetlerin geleneksel yorumsama geleneğine göre değerlendirilmesinin yetersiz ve ataerkilliği güçlendireceği konusunda fikir birliğine varmışlardır. Bu yüzden özne-iktidar bağlamında bir okuma yapmamaktadırlar. Geleneksellikle iç içe olan İslam toplumlarında eşitlikçi bir okuma elzem olmaktadır.
İslamcı feminizme birçok eleştiri yöneltilmiştir. Bunlar genellikle batı kaynaklıdır. Bazı kuramcılar feminizmin Ortaçağ karanlığından bir çıkış noktası olarak doğduğunu ve bu kuramın dışında kaldığını ileri sürmektedirler. Aydınlanmayla birlikte ortaya çıkan feminizmin pozitivist ve rasyonalist nitelikte olduğunu ve bir dinle bağdaşmayacağı yönünde eleştiriler de vardır.
Son kertede İslamcı feminizm diğerlerinden daha akılcı ve ayakları yere sağlam basan bir kuram olarak durmaktadır.
Feminizm bundan önceki yüzyılın sonları ve bu yüzyılda etkin olma özelliğini devam ettirmektedir. Bugün neredeyse tüm teorisyenlerin göz önünde bulundurduğu bir harekettir. Artık feminizm hareketi yeni görünümleri ve iddialarıyla karşımızda durmaktadır. Artık tartışılan konular yalnızca kadın bağlamında değil toplumsal cinsiyet, cinsiyet siyaseti, eşcinsellik ve cinsiyet kategorileri, vicdani retçilik, anti-militarizm gibi postmodernizmle birlikte ortaya çıkan sorunsallardır.
Kaynakça:
1. Baudrillard, Jean(2004) Tüketim Toplumu, Çev: Hazal Deliceçaylı, Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
2. Beauvoir, Simone De(1993) Kadın “İkinci Cins” Evlilik Çağı, çev: Bertan Onaran, Payel Yayınevi, İstanbul.
3. Berktay, Fatmagül(1994) “Türkiye’de Kadın Hareketi: Tarihsel Bir Deneyim”, Kadın Hareketinin Kurumlaşması, Metis Yayınları, İstanbul.
4. Cockburn, Cynthia(2004) Mesafeyi Aşmak: Barış Mücadelesinde Kadınlar, çev: Ebru Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul.
5. Connell, R. W.(1998) Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, çev: Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
6. Donovan, Josephine(1997) Feminist Teori, çev: Aksu Bora, Mağduk Gevrek, Fevziye Sayılan, İletişim Yayınları, İstanbul.
7. Fidan, Hafsa(2006) Kur’an’da Kadın İmgesi, Vadi Yayınları, Ankara.
8. Foucault, Michel(2003) Cinselliğin Tarihi, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
9. Green, Andre(1992) Kastrasyon Kompleksi, çev: Levent Kayaalp, İletişim Yayınları, İstanbul.
10. İmançer, Dilek(1990) “Feminizm”, Doğu-Batı Dergisi, sayı:94.
11. Kalnicka, Zdenka(2006) “Feminist Metaforlar: Felsefeye Ne Önerebilirler”, Kadın Çalışmaları Dergisi, sayı:2.
12. Marshall, Gordon(2005) Sosyoloji Sözlüğü, çev: Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
13. Saim, Hikmet(2004) Kadınların Gizli Dünyası, Arion Yayınevi, İstanbul.
14. Sancar, Serpil(2003) “Üniversitede Feminizm: Bağlam, Gündem ve Olanaklar”, Toplum ve Bilim Dergisi, sayı:97.
15. Selek, Pınar(2006) “Feminizme ve Anti-Militarizme İhtiyacımız Var”, Amargi Dergisi, sayı:2.
16. Smychkova, Natalia(2006) “Ataerkil Toplum Düzeninde Eko-Feminizmin Yansımaları”, Agora Dergisi, sayı:11.
17. Tseelon, Efrat(2002) Kadınlık Maskesi: Gündelik Hayatta Kadının Sunumu, çev: Reşide Kekeç, Ekin Yayınları, Ankara.
Selma Ulusoy