"Türkiye'nin veri gerçekliği ‘içinde' yaşanan ve gerçek algı ve duygularla beslenen bir demokratikleşme ‘gerilimi' var. Her iki tarafın da demokrat olmadığı ama kendi haklılığını ararken diğerinden demokratlık beklediği bir çekişme siyaseti bu... Bu gerilimin şu ya da bu yanına düşmeyenlerin sıkıntı yaşadığı ve kamusal alanın dışına itilmek durumunda kaldığı bir dönüşüm süreci yaşıyoruz.
ARAFTA SALINIM - ETYEN MAHÇUPYAN
Siyasi iktidarın siyasetin sınırlarını ‘geniş' çizen ve bu sınırların ihlalini asayiş olayı veya adli vaka olarak gören tavrı haklı olarak eleştiriliyor.
Çünkü bu yüzden toplumsal ve kamusal olan birçok konu salt siyasetin alanına hapsedilirken, ‘sözünü' kamusallaştırmak isteyen sivil aktörlerin kimi talepleri de kendiliğinden meşruiyet çizgisinin ötesine düşebiliyor. Vurgulamak gerek ki söz konusu ‘kamusallaşma' taleplerinin birçoğu iyi niyetli olmanın ötesinde, doğrudan siyaseti kadük etmek üzere harekete geçirilmiş kasıtlı eylemler. Yaşanan konjonktürde bunun anlamı, AKP karşıtı olan ve darbe ya da devrim yapma sevdasında gözüken bir sivil-profesyonel koalisyonun kamusal alanı manipüle etmeyi ‘siyaset' haline getirmesidir. Ergenekon davasının son celsesi nedeniyle ortaya konmak istenen ‘gösteri' bunun basit bir örneğiydi... Ne var ki AKP muhaliflerinin böyle bir yöntem kullanıyor olması, toplumun geri kalanının ‘sözünü' kamusal alana taşıma ve itiraz etme hakkını ortadan kaldırmıyor. Demokratik bir hükümetin ise, bu hakkı engellemesi değil, aksine hayata geçmesini sağlayacak kanalları ve usulleri yaratması gerekiyor.
Hükümetin böyle bir çabası olmadığı gibi, bu konuya hassasiyeti de az. Gezi olayları sırasında iktidarın şaşkınlığı, tereddütleri ve tedirginliği bunu ortaya koydu. Olayın yönetilmesinin güçlüğünün idrak edilmesiyle birlikte asayişçi bakışın öne çıkması da yine bu ‘arafta olma' halini yansıtıyor. Haksızlık yapmayalım: Gezi gösterilerinin tümünün masum olmadığı açık olduğu gibi, hükümetin asayiş tedbirlerine yoğunlaşırken aynı anda sorunun toplumsal kaygı ve istekler kısmına cevap getirmeye çalıştığı da bir gerçek. Ama yine de bunu bir mazeret olarak göstermek kolay değil... Çünkü demokratik bir sistemin hukuk algısı, potansiyel suçluların engellenmesini sağlarken suçsuzların demokratik haklarının engellenmesini ima edemez.
Benzer bir durum ‘basın özgürlüğü' meselesinde de karşımıza çıkıyor. Türkiye'de basının hiçbir zaman Batı'daki anlamına yaklaşan bir özgürlüğe sahip olmadığını, medyanın kendisini güçlüye göre konumlandırdığını ve eline fırsat geçtiğinde de bizzat ‘güçlüyü' oynadığını biliyoruz. Bu ülkede basın dünyası hastalıklı ve yozlaşmış bir zemin üzerinde yükseliyor ve iyi gazetecilik örnekleri bu bataklığın varlığına rağmen veriliyor. Ancak bu durum hükümetin basın alanındaki ‘rahat' davranışını doğru ve kabul edilebilir kılmıyor. Siyasete soyunan militan bir gazeteciliğin varlığı, bunun dışında durmak, ancak hükümeti eleştirme hakkını da elinde tutmak isteyenlerin ‘vurulmasına' ve sistem dışına atılmasına vesile olmamalı. Başbakan ise çeşitli vesilelerle ve kendisini haklı hissederek bazı gazetecilerin tutumundan hoşlanmadığını açıkça söyleme gereğini duyuyor.
Bunun bir başka ‘araf' hali olduğunu görmekte yarar var. Başbakan'ın kendisini haklı görmesi, onunla birlikte muhtemelen milyonlarca kişinin de bunu haklı görmekte olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla ortada ilkesel ve teorik bir demokratikleşme macerası yok... Türkiye'nin veri gerçekliği ‘içinde' yaşanan ve gerçek algı ve duygularla beslenen bir demokratikleşme ‘gerilimi' var. Her iki tarafın da demokrat olmadığı ama kendi haklılığını ararken diğerinden demokratlık beklediği bir çekişme siyaseti bu... Bu gerilimin şu ya da bu yanına düşmeyenlerin sıkıntı yaşadığı ve kamusal alanın dışına itilmek durumunda kaldığı bir dönüşüm süreci yaşıyoruz. Ne var ki sürecin başarısı, meşruiyeti ve kalıcı bir yeni yapılanma üretmesi, bugün ortada kalanların veya ortada duranların en azından zımni onayına ve desteğine muhtaç. Aynı tespiti Ergenekon davası veya Gezi olayları bağlamında da yapabiliriz. Bunların hepsinde toplumsal tepkinin siyasallaştığı bir çerçeve mevcut. Hepsinde bu siyasallaşmayı kasıtlı olarak hükümet aleyhine manipülatif amaçla kullananlar ve yine hepsinde bir iktidar yanlısı kanadın hücumları savuşturma ve hükümete sahip çıkma çabası var. Ama bir de ortada duranlar, orada durmak isteyenler var...
Eğer Türkiye demokrasiye doğru evrilecekse, bunun tarafsız yargı dışında iki olmazsa olmaz koşulu daha bulunuyor: Temsil yeteneği olan siyasi partiler ve sözünü kamusal alana taşıma kanallarına sahip bir sivil toplum. Hükümetin bu gerçeğin farkında olmadığını söylemek mümkün değil. Ancak dönüşüm sürecinin ima ettiği tehdit ve öncelikler bu farkındalığın ikinci plana atılmasıyla sonuçlanabiliyor. ‘Karşı' taraf ise hükümetin demokratik gözükmemesi uğruna her türlü engeli çıkarmaya çalışıyor. Böylece bir ‘araf' halinde salınarak yol alıyor, büyük virajın dönülmesini bekliyoruz.
ZAMAN - 28 AĞUSTOS 1013