Bir kültür entelektüellerden oluşmaz. Şüphesiz, kültür eşittir edebiyat artı sanat artı bilim gibi bir kayıt getirmek mümkün -fakat o zaman edebiyat ve diğer kalemlerin bir kültürdeki yeri ve etkileri sorusunu araştırmayla değil tepeden inme karara bağlıyorsunuzdur.
KÜLTÜREL ÇOĞUL(CU)LUK MU YOKSA YENİ YAVUZ BİRÖRNEKLİK Mİ?
Paul Feyerabend
1985 Ocak'ında postmodernizm çağında sanat, felsefe ve bilimlerin rolü üzerine bir tartışmaya davet edildim. Sunduğum bildiride (a) düşünsel tartışmaların “dünya kültürü” ile belli bir ilişkisi olduğu varsayımını eleştirdim, (b) “dünya kültürü” nde temel görüngünün Batı düşünce ve teknolojilerinin amansız yayılışı olduğunun altını çizdim -çağımızın anatemi çeşitlilik değil bir örnekliktir, (c) kültürel alışverişin belli ortak değerlere, ortak bir dile ya da ortak bir felsefeye ihtiyacı olmadığım öne sürdüm, (d) nerede uç vermiş olursa olsun çeşitliliği ve “başıbozukluk.” u (cacophony) savundum, (e) Maxwell’den Kuhn’a bilim felsefesinin gelişimini kısaca değerlendirdim .
Tüm bu konular elinizdeki kitabın değişik bölümlerinde ele alındığı için onları bir daha tekrarlamama gerek yok. Fakat sanıyorum, sözünü ettiğim bildiriye yöneltilmiş uzunca bir eleştiriye cevap olarak yazdığım aşağıdaki mektup bazı yeni konulara parmak basıyor ve ilginç olabilir.
3.8.1985
Sayın Bay Vergani, Shinoda ve Keşler,
Sunduğum kısa bildiri üzerine yazdığınız uzun ve ayrıntılı mektup ve gösterdiğiniz hassasiyet için teşekkür ediyorum. Tahmin edeceğiniz gibi eleştirilerinize katılmıyorum. Açıklamaya çalışayım.
“Fakat farklılıklara belli bir düzen kazandıran tutarlı bir yapının önemini gerçekten inkar edebilir misiniz?”, diyorsunuz. Cevabım şu:
Bu konuda karar vermek ne size ne de bana düşer -bu, farklılıkları yaratan ve şu anda kendi içinde onu teneffüs eden insanların işidir. Eğer Afrika kıtasındaki uluslar herhangi bir kültürel ya da daha başka bir temas kurmaksızın yan yana yaşamaktan memnunsalar, bu onların bileceği bir iştir ve ne idüğü belirsiz birtakım ‘'düşünürler”in onların bu tutumlarını nasıl gördüğünün önemi yoktur. Eğer Amerikalılar “eşya, imaj, fikir ve gelenek enflasyonundan" hoşlanıyor, dört gözle yeni ve geliştirilmiş saç spreyleri, araba modelleri ve dizi filmler bekliyorlar ve tek ve nihai değer ölçüsü olarak parayı alıyorlarsa, gayri-memnun bir entelektüel şüphesiz bir vaiz gibi yalvarıp yakararak, ricalarda bulunarak onlarla boğuşabilir, ama tutup daha güçlü ikna araçları kullanmaya kalkıyorsa bir tiran haline gelmiş demektir . The Crisis of the European Sciences and Transcendental Phenomenology (1936) isimli dikkate değer incelemesinde, “Biz filozoflar”, diye yazıyordu Edmund Husserl, “insanlık partizanlarıyız [vurgular onun]. Bir filozof olarak kendi gerçek varlığımıza, kendi derin, özel uğraşımıza karşı taşıdığımız son derece kişisel sorumluluk, aynı zamanda kendi içinde, insanlığın gerçek varlığına karşı sorumluluk duymak gibi de bir boyut taşır.” Siz burdaki düşünceyi onaylayabilirsiniz. Ama bence felaket bir cahillik (Husserl, Nuerler’in “gerçek varlığı” hakkında ne bilebilir?), hastanelik bir kibir (“insanlığın gerçek varlığı”ndan bahsedebilmek için tek başına tüm ırklar, kültürler, uygarlıklar hakkında yeterli bilgi sahibi bir kimse var mı?) ve şüphesiz ondan farklı düşünen ve yaşayan herkese karşı büyücek bir küçümseme kokuyor.
Bir toplumdaki çeşitli grupların ya da ulusların birbiriyle sık sık yakın ilişkiler kurdukları doğrudur, ama bunu yapmakla onların “ortak bir üstsöylem” ya da ortak bir kültürel bağ yarattıklarını ya da kabul ettiklerini söylemek doğru değildir. Bağlantılar geçici,
ad hoc * ve son derece yüzeysel olabilir: Güney Afrikalı Beyaz liderler, Siyah Müslümanlar ve Avrupalı teröristlerin hepsi de dolar hastasıdır fakat onları birleştiren başka çok az şey bulabilirsiniz.
A, B, C, vs. gibi kültürler arasındaki çok daha yakın bir ilişkinin bile “tutarlı bir yapı” tarafından “düzene sokulması”na ihtiyaç yoktur; hepi topu ihtiyaç duyulan, A’nın B ile B’nin C ile, C’nin D ile, vb. karşılıklı etkileşim içine girmesidir; tabii, karşılıklı etkileşim tarzı çiftten çifte, hattâ aynı çift içinde dönemden döneme değişebilir. İlk Enternasyonalizm’de Akkadca’nın kullanılması bu açıdan isabetli bir örnektir. Akkadca’nın kullanımı, adı geçen uygarlığın zorunlu bir ön varsayımı değil, onun birçok özelliğinden sadece birisiydi; Akkadca, yaptıklarını yazıya döken özel gruplarca kullanılagelmiş ve bu yüzden de onlardan binyıllar sonra faaliyet gösteren birtakım çalakalem yazarların, yani bizim akademisyenlerin dikkatini çekmiştir. Fakat her alışveriş Akkadca değildi: dar bir bölgenin lehçe ve dilleriyle yapılan yerel temaslar vardı, hattâ bunların alanı tek başına katılımcıların merak ve ihtiyaçlarının itkisiyle genişlemişti de. Ayrıca bir kültür yazılı tezahürlerinden ya da sanatçı ve düşünürlerinin ürünlerinden ibaret görülmemelidir: yazılı Hammurabi kanunlarının hukuki pratik üzerinde çok az bir etkisi vardı; Lineer B’nin ilk kullanımları tamamiyle ticariydi fakat Yunan eğitimine bakarsanız bu eğitim iş ve ticaret düşüncesi üzerine değil Homeros, yani sözlü şiir üzerine inşa edilmişti (Platon’nun da arasında bulunduğu bazı daha geç şairler, eserlerinin yazılı olarak dağıtılmasını hiçbir zaman bütünüyle içlerine sindirememişlerdir -krş. Platon, Phaedrus 274d vd. ve Yedinci Mektup, özellikle 241b vd.). Bugün tüm üniversite ve araştırma merkezlerimiz etrafında yüzen, yayımlanan pek çok Marksist kitap ve Marksist düşünce var -bu, “bizim kültürümüzü” Marksizme mi boyayıveriyor? Sanmıyorum, dizi filmlerimizde ve dini yayın yapan kanallarımızda Marksizmin izini bile bulamazsınız. Bir kültür entelektüellerden oluşmaz. Şüphesiz, kültür eşittir edebiyat artı sanat artı bilim gibi bir kayıt getirmek mümkün -fakat o zaman edebiyat ve diğer kalemlerin bir kültürdeki yeri ve etkileri sorusunu araştırmayla değil tepeden inme karara bağlıyorsunuzdur.
Kültürler arası temas ve bağlantıların zaman zaman çok güçlendiğini ve sizin aklınızdan geçirdiğiniz anlamda kültürel birliklere çıktığını da kabul ediyorum -fakat bunun nasıl meydana geldiğine daha dikkatli bakın: çoğu zaman birlik güç kullanarak kabul ettirilmiştir ve ilgili insanların eylem ve arzularıyla gerçekleştiği durumlar nadirdir. Bilimadamı, sanatçı ve alelâde entelektüellerin bu tür gelişmelere bir itirazı yok gibi görünüyor, hattâ bunları teşvik ediyor bile olabilirler –işte bundan dolayıdır ki idari makamlara sızmaya çalışıyorlar, işte bundan dolayıdır ki imalatları kamu denetimine tabi tutulduğunda böyle ne yapacaklarını şaşırıyorlar, işte bundan dolayıdır ki onların ideolojisini ve iktidar arzularını paylaşan ve onlara kendi iktidar oyunlarıyla arka çıkan kültürel “Liderler”e hayranlık duyuyorlar . Sizin yeni bir “üst- söylem”e duyduğunuz hasrette yeni bir Bizans oyununun ya da yeni bir Amerika yerlilerinin “eğitilmesi” fikrinin pis kokusunu alıyorum. Ben kendi hesabıma geçici bağlantıların tesadüfi, kendiliğinden kaynaşmalarından doğan ve bu bağlantılar cazibesini yitirdiği anda bozulabilen birliklere dayalı bir yaşam biçiminden yanayım.
Söylemek istediğim ikinci nokta şu. Bana öyle geliyor ki siz bugünkü “dünya kültürü”nün ahvali konusunda bir karara varmakta güçlük çekiyorsunuz. Yazdığınız Sunuş Notunda ortada birleştirici bir bağın görülmediği bir “kültürel kaos”tan bahsediyor, mektubunuzda ise, sizin nefret ettiğiniz bir bağ da (para) olsa, birtakım bağlar olabilir demeye getiriyorsunuz. Mektupta söylediklerinize katılıyorum: anan bir tektipleşme var, sadece şu bizim “birinci” dünyada (küstah bir sonradan görmeyi “birinci” dünya diye adlandırmak ne müthiş bir düzenbazlık) değil, tüm diğer yörelerde de; mevcut bütün farklılık ve çoğulluklar, bu tektipleşmeyle karşılaştınldığında, yok olup gidiyor. Bu yok olanlar küçük, eğlencelik şaşkınlıklardır, o kadar; General Motors, Proctor and Gamble ya da Pentagon’un keyfini kaçırmaz. Yine de bir yolunu bulup, mektubunuzda bile “kültürümüzün özünü istila etmiş” kaostan bir kere daha söz ediyorsunuz. Bu hoş ve felsefi bir soyutlama gibi duruyor fakat meseleyi ne ölçüde incelediğinizi merak ediyorum. Melodramların ya da Reverend Falwell’ in ya da Super Bowl’un müşterileriyle modern sanatın ya da felsefedeki akılcılık/akıldışıcılık konusunun müşterilerini karşılaştırdınız mı hiç? Elinizde bunlarla ilgili rakamlar var mı? Bu müşteriler onlara nasıl bir bağlılık duyuyorlar, bağlılığın gücü? Bizim gibiler dışındaki insanların hayatları üzerinde etkileri?
Araştırdığınızı sanmıyorum. Ben de bilmiyorum ama en basit bir hesap bile muhtemelen sizin haklı olmadığınızı gösteriyor: bugün ABD ve Kanada’da ders veren ortalama 10.000 felsefeci var. Bunların çoğu itaatkâr statüko hizmetkârlarıdır, fakat korkunç abartılı bir tahminle diyelim bunların %25’i kaos yaratıcılardır ve bu kaosçulardan her birinin de 100’er öğrencisi vardır. Bu öğrencilerin büyük bir kısmı mecbur kaldıkları için felsefe okuyan ve bu işten ölümüne sıkılan, dersler ve sınavlar bittiğinde derin bir oh çeken insanlardır -yine diyelim ki genel olarak öğrencilerin de %25’i bu kaos yaratıcı öğretmenlerin gözü kara takipçileridir. Toplam rakam 40.000 edecektir. Dallas'ı kaç milyon kişinin seyrettiğini biliyor musunuz? Super Bowl’u kaç milyon kişi? Tüm TV vaizlerinin takipçilerinin sayısı acaba ne kadar tutar biliyor musunuz? Reagan’a kaç kişi oy verdi hatırlıyor musunuz? Hâlâ kaç kişi onun politikalarını destekliyor? Tüm cevaplarda açılış on milyonlardan başlar -yukardaki basit hesapta son derece abartılı tahminlerle vardığımız rakamla kıyas götürmez bir sayı. Ya da şu kaosu arttırmaya ayrılmış para miktarı ile bu birörnekliğe ayrılan para miktarını bir karşılaştırın. Gayrisafi Milli Hasıla’da savunma harcamalarının miktarı ile sanatlara yapılan yardımların miktarı arasındaki oran şöyle kaba bir tahminde bulunmamıza yardımcı olabilir; burada sanatlar ve beşeri bilimlere ne kadar cüzi bir para gittiğini görüyoruz -ve kaos güçlerine düşen bu cüzi miktarın da önemsiz bir parçasından ibarettir. Sakın bana sayıların önemli olmadığını söylemeyin; temel bilimler alanında çalışan araştırmacılar ve sanatçılar kendilerinin ne kadar az bir ilgiye mazhar olduklarını ispatlamak için dönüp dönüp sayılardan bahsederler. Ben de sizin bir kaosun istilası altında olduğumuz tezini çürütmek için aynı argümanı kullanabilirim.
(Aklıma gelmişken, o kadar alçakgönüllü olabileceğinizi sanmıyorum, şu aynı şeyin iki farklı söylenişi gibi bahsettiğiniz “dünya kültürü” ve “birinci dünya kültürü” nitelemelerini “editörlük acemiliğinize yoramazsınız -adlarının başında sayısız unvan taşıyan ve onurlarına tonlarca kitap ve makale yazılan akademisyenler de durumdan tamı tamına böyle bahsetmiş ve hâlâ da bahsetmektedir. Yukarıda Husserl’den aldığım kısa bölümü bir daha okuyun. Bu insanlar “kültür”den bahseder ya da “İnsan”dan -fakat kastettikleri bizzat kendileri ve onların yazılarını anlayabilen birkaç seçmece yaratıktır: onun için, anlıyorsunuz ya, mükemmel bir dayanışma örneği veriyorsunuz).
Şimdi sizinle aynı düşünmediğim son noktaya geldik. Sanatın, düşüncenin özerkliğine, duygunun paradan üstün olduğuna inanıyor(sunuz). Yine etkileyici bir üslûpla yazıyorsunuz ama bunun gerçek dünyada muhtemel ne gibi sonuçlan olabileceğine dair hiçbir ipucu vermiyorsunuz. Gerçek dünyada sanatçının paraya ihtiyacı vardır: kira parası, yiyecek, boya, fırça parası, müze giriş parası; belki de bakmak zorunda olduğu bir metresi ya da karısı, aşığı ya da kocası vardır, hattâ zaman zaman her ikisi de; dahası çocukları bile olabilir, vs. Aynı şey felsefeciler, dansçılar, film yönetmenleri, senaryo yazarları, şairler için de geçerlidir. Tüm bu insanlar daha çok kazanmak ve/veya ürünlerini daha iyi bir fiyata satmak ihtiyacındadır ve bunu isterler.
Diyeceğim, özerklikle neyi kastediyorsunuz? Sanatçı dediğin parasız olmalı ve açlıktan ölmeli, ya da bir fare deliğinde yaşamalı mı demek istiyorsunuz? Yoksa onu hiç paraya maraya bulaştırmadan yedirip içirmeli ve ev bark sahibi yapmalı mı diyorsunuz? Örneğin trampa yöntemiyle? Tamam, o sanatçının kendi bileceği bir iş. Eğer taşrada küçük bir kulübecikte bir süt inekçiği ile yaşamaktan hoşlanıyorsa ne diyelim, Allah kolaylık versin, fakat kör talih, bu işe başlamak için de yine para lazım. Onun çevresinde para gibi bir şey hiç olmasaydı daha iyi olurdu mu demek istiyorsunuz? İlginç bir hayal ama bizim konumuzla bir ilintisi yok. Çünkü bizim derdimiz sanatçıların kuş uçmaz kervan geçmez bir diyarda nasıl yaşayacağı değil, burada ve şimdi, 1985’te, bu ülkede nasıl yaşayabileceğidir. Ve burada ve şimdi para işin özüdür. Para doğası gereği kötü değildir, bir amaç için kullanılan bir araçtır. Kötü yerlerde kullanılmakta ve birtakım insanlar tüm hayatlarını para biriktirmeye adayacak kadar onun büyüsüne kapılabilmektedirler. Sanatçımızın bunlardan biri olmadığını varsayıyorum (böyle olsaydı bile ona kötü bir sanatçı diyemezdik -Giotto para konusunda çok kişiyle dalaşmış ve zenginliğine zenginlik katmak için özel bir çaba sarfetmiş birisidir, fakat yine de gelmiş geçmiş en büyük sanatçılar arasındadır).
Öyleyse sanatçımız para kullanacak ama önünde bir Tanrı gibi de eğilmeyecektir. Peki bu para kimden çıkacak? Belki zengin bir sponsordan: ancak o zaman sanatçı sanatını patronunun arzularına uydurmak zorunda kalabilir. Burada “özerklikken bahsederken, patronun arzularını ona hissettirmeye hiç hakkı yoktur demeye mi getiriyorsunuz? Çünkü bir sanatçı tam da bir sanatçı olması nedeniyle tüm insanların yargı ve değerlendirmelerinin üstündedir, değil mi? Su katılmamış bir seçkincilik bu, reddediyorum, burda kendini alttan alta hissettiren başkalarını küçük görmeyi reddediyorum. Özellikle sözü edilen para halkın parasıysa, çok daha tavizsiz bir şekilde böyle bir seçkinciliği reddediyorum: kamusal fonlardan ödenek alan birisi kamu denetimini kabule hazır olmalıdır. Sizin o soyut üslubunuzla para gibi aşağılık ve iğrenç her türlü şeyden, görünüşe göre, kilometrelerce uzakta bir “özerklik”ten bahsedildiğinde ben kötü bir şeyler hissediyorum ve sizin gerçekte halktan, sanatçılara (ve bilimadamlarına ve büyük “hissiyatçılar”a [feelers]), onlar kafalarına göre yaşasınlar diye, yani birer parazit olarak yaşasınlar, çalışsınlar diye para vermelerini, bakmalarını istediğinizi düşünüyorum: akademisyenler “akademik özgürlük”ün sihirli kukuletası altında uzun zaman önce parazitliğe saygınlık kazandırmayı başardılar -şimdi onlara ortak çıktı, sanatçılar da bir parça nasiplenmek istiyorlar. Parazitliğe karşıyım (ilgili tüm taraflar evet demediği sürece), yani akademik özgürlüğe ve doğal olarak, ona denk düşen her türlü “sanatsal özerklik”e karşıyım.
“Fakat büyük sanat”, diyebilirsiniz, “sanatçıların tam anlamıyla özerk olmasını şart koşar.” Hayır, doğru değil bu, konumları gereği kent yöneticilerinin ve zenginlerin dediğini yapmak zorunda olan Rönesans sanatçıları, ve Gebrauchsmusik' i yazmış bir Mozart ya da Haydn gibi besteciler işlerini hep parayla yapıyorlardı ama yine de sizin o sevgili “birinci dünya”nızın en büyük sanatlarından birkaçını üretmişlerdir. “Fakat bugün”, diye devam edebilirsiniz, “bugün durum farklı. Halk zevk sahibi değil -tanık, Dallas ve Hanedan dizilerinin bu kadar revaç bulabilmesi.” Başkalarını küçük gördüğünüzden böyle konuşuyorsunuz. Dallas ve Hanedan kitlelerin sanatıdır, doğru. Fakat kitleler bireylerden oluşur, onun için ya “sizin ve benim gibi bireyler” diyeceksiniz -o zaman insancıl birisinizdir, onların seçimlerine de saygı göstermeniz gerekir, ya da “zevksiz bireyler” diyeceksiniz -o zaman kendini beğenmiş kepazenin tekisinizdir, öyleyse kitleler size niye para versin? Dahası iyi bir film, yani birkaç yüce ruhun ne idüğü belirsiz zevklerinin muhabbet tellallığını yapmayan sanatsal bir film -böyle bir sürü film vardır- büyük sanat ile iyi para arasında nasıl bir yakın işbirliği kurulabileceğini göstermektedir. Bu işbirliği kolay değildir -kolay ve önemli olan çok az şey var- fakat verimli olabiliyor; ve bize geçmişin sanatlarını armağan eden bu tür verimli bir işbirliğidir yoksa o muğlak (fakat derinlerinde başkalarını küçük görme duygusu yatan) özerklik talepleri değil.
Sözlerimi bitirmeden son bir nokta daha. Sık sık Phil Donahue şovdaki tartışmaları ve seyircilerin, tepkilerini izlerim. Bunlar sıradan insanlardır, TV seyreder, sinemaya giderler, çoğu Ronald Reagan’ın şu ya da bu politikasını destekler, çoğu dinine bağlıdır, biraz para kazanmak, çocuklarına bakmak, akrabalarına yardım etmek için çok fazla çalışmak zorundadırlar. Russell Baker (otobiyografisi) ve Evelyn Keyes (otobiyografisi) gibi yazarları da okurum. Onlar da insanlardan bahseder, açık, basit ve somut terimlerle konuşurlar; yürekleri vardır, bilgelik gösterirler, anlayışlıdırlar, sık sık şaşırır ne yapacaklarını bilemezler, ve bunu olduğu gibi söyler, şaşkınlıklarını boş laflarla gizlemezler. Şimdi tüm bu insanların istemleriyle sizin istemleriniz dikkat çekici bir benzerlik gösteriyor -hepiniz de muhalif gelişmelerle ilgileniyorsunuz-, fakat diliniz ne kadar farklı! Bir yanda basit ve kişisel bir anlatım, bir yanda kişisiz soyutlamaların karman çorman huzursuz dili. Bu zıtlığa uzmanlarımızın ne diyeceğini biliyorum: toplumsal analiz zor bir iştir ve bunu hakkıyla yapmak için yoğun bir teorik söyleme ihtiyaç vardır. Ben de şöyle cevap veriyorum, teorik söylem, soyut terimlerin onlardan kolaylıkla geri alabileceğimiz sonuçların özet ifadeleri olarak işlev gördüğü doğa bilimlerinde anlamlıdır fakat toplumsal meselelerle ilgili teorik ifadeler çoğu kez içerikten yoksundur ve belli bir içerik verilmeye kalkışıldığında ya saçma sapan ya da alenen yanlış ifadelere dönüşürler (krş. sizin ana teziniz ve sanatsal özerklik hakkındaki ek mazeretiniz üzerine kısaca söylediklerim). O yüzden, bu tür teorik lakırdıların ördüğü anlaşılmazlık duvarının temelinde, bilgi değil kurnazlık ve gözdağı verme arzusu yatıyor -işte size entelektüellerin toplumumuzda çaktırmadan elde etmeyi başardığı ayrıcalıklara son derece eleştirel bakmak için bir neden daha.
Size bundan sonraki tüm işlerinizde başarılar diliyorum!
("XI. Kültürel Çoğul(cu)luk mu Yoksa Yeni Yavuz Birörneklik mi?" , AKLA VEDA - Paul FEYERABEND, 330-337 sayfalar)
-------------------------------------
*
ad hoc. Keyfî bir biçimde ve hiçbir temeli olmadan, olguya ilişkin bir açıklama diye gündeme getirilen ve geçici olarak doğru kabul edilen tartışmalı bir kabul ya da akılyürütme için kullanılan ve 'bu amaç için' anlamına gelen Latince deyim; varolan teorik bir çerçeveye uymayan bir dizi veriyi ya da veriler öbeğini açıklamak amacıyla geliştirilmiş olan varsayımı, yeni verilerle sarsılan bir kuramı eski doğru hâline geri götürmek amacıyla gündeme getirilen hipotezi nitelemek için kullanılan terim .
Buna göre, ad hoc hipotez, bir kuram karşı kanıt ya da aleyhte delillerle sarsıntıya uğradığı veya yanlışlanma durumuna geldiği zaman, teoriyi kurtarmak, onu eski doğru ve geçerli hâline iade etmek üzere getirilen ek hipoteze denir. Ek hipotezin bizatihi kendi başına hiçbir önem ve değeri yoktur, ondan salt bu özel amaç için yararlanılmıştır.