KOLEKTİF BİLİNÇDIŞI VE İÇERİĞİ: ARKETİPLER
GİZEM SÖNMEZ
Klasik psikanalizin kurucusu Sigmund Freud ‘da özel bir anlatım bulan ve dikkatleri üzerine çeken bilinçdışı kavramı; kişinin farkında olmadığı ya da bastırdığı duygu, düşünce ve yaşantıları temsil eder. Kişinin karanlık kalmış yanı olarak da görülen bilinçdışı; Freud’un ardılları tarafından geliştirilmiş, en açık ve geniş anlamı Jung’un analitik psikolojisinde bulmuştur.
Hep kullanılan olumsuz anlamına karşı bilinçdışı Jung’da, bilinci biçimlendirebilmesi ve denge sağlayıcı olması bakımından olumlu bir kavram haline gelir. İstemin etkisi altında kalan bilinç ikinci plana atılarak, bilinçdışının kişiye egemen olduğu savunulur ve önem bakımından bilincin önüne geçer.
Jung’un psikolojiye en büyük katkısı bilinçdışını ikiye ayırıp, kolektif bilinçdışı kavramını kazandırmış olmasıdır. Kişisel bilinçdışı; kişinin anıları, bastırdığı duygu ve düşüncelerden oluşurken; kolektif bilinçdışı kişinin hiç yaşamadığı; fakat kendi türünden olanların aktarımıyla bazı gizil imgelerden oluşur.
Kolektif(ortak) bilinçdışının ortaya çıkışı Jung’un araştırmacı kişiliğinin eseridir. İlkel insanı araştırmak için yaptığı Hindistan ve Afrika seyahatleri sonucunda, kolektif bilinçdışı kavramını geliştirmiştir. Kalıtım ve evrimin beden üzerinde bıraktığı izleri düşünerek, ruhsal yapının da bu izlere benzer izleri olabileceğinden yola çıkarak, bireyin yalnız kendi geçmişi ile değil kendi türünün geçmişi ile de bağının olduğu sonucuna varır.
Kolektif bilinçdışı insan türüne özgüdür ve gizli anlamlar içerir. Yaradılışın sesini duyurur. Ruhun nesnel halde görüntüsü olarak ifade edildiği için, nesnel ruh da denilebilir. Yalnız insanlık tarihini değil, insan öncesi evrimi de kapsamaktadır.
Bilinçdışı Jung’a göre hem yapıcı hem yıkıcı ruhtur. ,insan doğduğunda bu dünyanın imgesi ile meydana gelir. İçindeki imgeler nesnel olanda karşılığını bulduğunda ise bilince yükselir.[1] Bu durumda, dünyanın imgesi zaten kolektif bilinçdışında mevcuttur ve her insanda ortak olan bir imgedir.
Algı ve eylemdeki seçicilik de kolektif bilinçdışıyla açıklanabilir. Bazı şeylerin algısının diğerlerine göre daha kolay olması, zaten ortak bilinçdışında algılanan şeyin var olması ile ilgilidir. İnsanın temel davranışlarının bilince dayandığı görüşünü eleştirir Jung. Düşler, uyku hepsi bilinçdışına aittir ve insan zamanının büyük bölümünü aslında bilinçdışında geçirir. Kolektif bilinçdışı ise evrimsel deneyimlerden oluşur ve kişiliğin temelini şekillendirmede etkilidir. İnsanın tüm davranışlarını etkisi altına alır; fakat daha önce yaşanılmamış deneyimleri kapsadığı için hatırlamamız ve farkında olmamız mümkün değildir.
Kolektif bilinçdışının sınırlarını çizmek mümkün değildir. Bilinçdışı bile karmaşık bir yapıya sahipken ve tam olarak bilinç düzeyine çıkarılamazken, atalarımızdan kalan ve insanlık öncesini bile içeren bir alanı açıklamak hiç de kolay olmayacaktır şüphesiz. Bu nedenle jung, kolektif bilinçdışını anlaşılır kılabilmek için onun içeriği olan arketipleri açıklamaya çalışmış ve biraz olsun aydınlatıcı olmuştur.
ARKETİPLER
Arketip sözcüğü St. Augustin’in “ana düşünceler” kavramından esinlenilerek Jung tarafından kullanılmış bir terimdir. Bir yapıtın ya da bir düşüncenin dayandığı ilk örnek anlamına gelen arketipler, ortak bilinçdışının içeriğini oluşturur. Jung yaşamının büyük kısmını arketipler üzerinde çalışarak geçirmiş; şeytan, kahraman, ay, güneş gibi sayısız arketip olduğunu söylemiştir. Kısaca açıklamak gerekirse arketipe her insanda var olan; ama görüntüleri bellekte canlı olmayan imgeler diyebiliriz. Bu evrensel imgeler, dünyada karşılığının bulunması ile bir varlığa dönüşür. Burada şöyle bir soru da oluşabilir. Eğer bu arketipler insanın kişiliği üzerinde belirleyici ise ve herkeste ortak ise nasıl bireysel farklılıklar oluşur? Jung bunu varolan imgenin herkese dünyada farklı görüneceğini, bu yzden bireysel farklılıklar oluşturacağını beirterek açıklamıştır. Anne arketipini ele alırsak; doğan her çocuk bu imge ile meydana gelir; fakat dünyada karşılaştığı anneyle etkileşiminden sonra farklı şekillenecektir. Toplumdan topluma da farklılık gösterir, bu nedenle bireysel farklılıkları engeller nitelikte olmadığı açıkça görülür.
Arketipler metafizikseldir ve ruhsal sürece aittirler. İnsan davranışının ilksel kalıplarıdır ve bireyin yok olması bile onları etkilemez; çünkü aprioridirler.[2] apriori bilgilerimiz vardır Jung’a göre ve bu bilgiler de arketiplerdir. Başlangıcı ya da sonunun olup olmadığı bilinmemekle birlikte değişmez yapılar olduğu söylenebilir. Arketipin yansıttığı yaşantı imgeyle birlikte ortaya çıkmaz, insanoğlunun yaşamına katıldığı andan itibaren vardır; fakat karanlıktır. Bilinçdışında kaldığı sürece de karanlığı devam eder bu yüzden bilince çıkarılması gerekir.
Bilinçdışı karanlık kalmaya mahkum değildir, kişi eğer bilinçdışını yönlendirmeyi öğrenirse yaşamının ne kadar kolaylaştığını da fark edecektir. Bazen bilinçli olarak düşünülenlerin tam karşıtları vardır bilinçdışında. Kişinin kendini anlaması ve tanıması bilinçdışını aydınlatmasına bağlıdır.
Bazı arketipler kişiliğin oluşması açısından diğerlerinden çok daha büyük öneme sahiptirç. Kısaca bu arketipleri tanıtmaya ve açıklamaya çalışacağım:
Persona: dış dünyaya karşı geliştirilen, kendisi olmayan bir karakteri yaşamaya yarayan ve yaşamı sürdürebilmek için gerekli olan toplumsal maskemizidir. Toplumsal yönü gelişmiş olan kişileri persona arketipi etkiler. Ama olumlu anlamının dışında persona eğer fazla gelişmişse, kişi olmadığı bir karaktere bürünür ve kişilikte şişme olur. Görünen yüz kişinin iç yaşamını yansıtamayacağı için, kişi kendine yabancılaşır. Personayla dengeli bir ilişki kurabilmek önemlidir.
Gölge: bizim karanlık yanımız ve hayvansı yönümüzü temsil eden gölge, kendi cinsimize karşı tepkilerimizi de düzenler. Tehlikeli olmasının yanında, yaratıcılık ve duygusallık da gölge arketipinin kaynağıdır. Kişi hayvani yönlerini evcilleştirmeye çalışırken, yaratıcılığını da yitirir, körelir. Bu nedenle sürekli bastırmaya çalıştığımız belki de ilkel yönümüzü önemli olan doğru yönlendirebilmek, yaratıcı bir etkiye dönüştürebilmektir. Gölgenin etkisi çok büyüktür. Bazı zorunlu durumlarda ego karar vermekte zorlanırken gölge devreye girip ani kararlar verir. İçgüdülerin kaynağı olduğu için yaşamın sürdürülebilmesi için bu arketip gereklidir. Reddetme eğilimindeki kişilerde çaresizlik duyguları görülür ve yaşam tüm renklerini kaybeder.
Anima-animus: persona nasıl ki insanın dışa dönük yüzü ise; anima erkeklerde içedönük, animus ise kadınlarda içedönük yüzdür. Anima, erkeğin kadın yönü; animus, kadının erkek yönü olarak da adlandırılabilir. Her insan iki cinsin de özelliklerini taşır. Çoğu kişi bunu kabul etmek istemese de bu normal bir durumdur. Kişilerin karşı cinsten etkilenmesi de bu arketiplerden kaynaklanır. Bir erkek bir kadına ilgi duyduğunda aslında kendi kadınsı yanını ortaya koyarken, kadın için de aynı durum geçerlidir. Bunları bastırmaya çalışmak ise tehlikelidir ve cinsel sapkınlıklara yol açar. Uyumlu bir insanda karşı cinse ait özellikler denge içindedir.
Ben: en önemli arketiptir ve ortak bilinçdışının merkezi durumundadır. Jung’un psikolojisinde her şeyden önce kişinin kendi bütünlüğünü koruması önemlidir. Bu görev de ben arketipine aittir. Kişi kendini tanımak için her şeyi bilince çıkarmalı ve ortak bilinçdışının içerikleri arsında dengeli bir dağılım yapmalıdır. Tabi ki uzun bir süreç gereklidir. Kişinin kendi bütünlüğünü sağlayıp, uyum içinde yaşaması için çok uzun yıllar gerekir. Ama sağlıklı bir bireyde orta yaşa gelindiğinde ben arketipi ortaya çıkar ve uyumu sağlar.
En önemli ve kişinin yaşamını etkileyen arketipleri açıklamaya çalıştım. Bilinçdışının neden bu kadar büyük bir öneme sahip olduğu sorusu gelebilir aklımıza. Kişi eğer bilinçdışına bastırdıkları ile yaşamını sürdürüp, bilinçdışını bilince yükseltemezse, kendinde sevmediği tüm özellikleri yansıtma mekanizması kullanarak başkalarına yansıtır ve kendi ile çatışmaya girer. Birey olmak temelde, kendi bütünlüğünü sağlamayı ve kendini tanımayı gerektirir. Kişi karanlık yanını aydınlattıkça, kendindeki değişimi de fark edecek, hem kendi ile hem de çevresi ile uyumu sağlayacaktır.
[1] Jung’un insanın doğduğunda bu dünya imgesi ile meydana geldiği görüşü, Schopenhauer’in tasarım olarak dünya fikrinden gelmektedir. Jung’un kuramında Schopenhauer’in etkisi görülmektedir.
[2] doğuştan, deneyden önce gelen
Gizem Sönmez