HABER: BURÇİN YEŞİLTEPE
Bir fıçı burbona bastırıldıktan sonra beş ay boyunca tütsülenmiş ve çıkartıldıktan sonra da bir arabanın altında ezilmiş olarak tasvir edilen bir sese sahip Tom Waits nev-i şahsına münhasır bir figürdür: sesi, müziği ve şarkı sözleriyle...
Ne gibi işlemlerden geçirildiğininin bir önemi yok, ben herşeyden önce çamur sesli adamları severim. Nick Cave gibi, Leonard Cohen gibi... Ama Tom Waits’in o çamur sesi, birbirine benzeyen pek çok rengin arasından koyu bir tonla ve bir türlü geçmek bilmeyen bir hüzünle sıyrılmaktadır. Bir sigara ve alkol yapımı değildir sadece, çocuk yaşta farklı seslerle duymaya başladığı dünyada farklılığın sonuna kadar bilincinde bir sestir... Bir köşesinde, Thomas Alan Waits’in çocukluk travmalarını, gençlik haytalıklarını taşır.
Tom Waits müziğinin temeli blues’tur. Tüm şarkıları dinlerken kendinizi mavi tonlu, sigara dumanlı bir piyano barında bulabilirsiniz. Blues Tom Waits’i en çok müziğe ilk başladığı zamanlarda, 1970’lerde sarmıştır. One-two-three deyip çalmaya başladığı ilk albümü, Closing Time’dan, sigara ve alkol emarelerinin yavaş yavaş gözükmeye başladığı 1976’daki Small Change’e kadar müzik blues’tur, müziği şekillendiren de blues’tur. Ve 70’lerin kapanmasına yakın çıkan Blue Valentine, adından da anlaşılabileceği gibi Tom Waits müziğinde blues’un en fazla hissedildiği albüm olur.
Bu dönemde Tom Waits kadınlar, alkol ve sigaradan oluşan bir loopta hayatını idame ettirmektedir. Şarkı sözleri bu çok da onaylanmayan yaşam tarzından onu değil başkalarını sorumlu tutmaktadır. Sarhoş olan ya piyanodur, ya da onu bir avukata tercih eden sevgilinin neden olduğu kırık kalptir. The Piano is Drinking not me!, Tom Traubert’s Blues, Bad liver and a Broken Heart Romeo is Bleeding, Blue Valentines gibi şarkılar bu dönemin eserleridir.
1980’lerle birlikte Tom Waits’in müziği hayatına paralel değişir. Şarkılardaki sözler ballad klişelerinden analiz eden monologlara dönüşür. Piyano ve gitar dışında enstrümanlara ses hakkı vermeye başlar, ki bu zaman içinde onu tek kişilik bir panayıra dönüştürecektir. Ticari kaygılardan uzaklaşıp deneysel işler yaptığı albümler ortaya koyar: Heartattack and Vine, Swordfishtrombones, Rain Dogs gibi... Buna rağmen albümler oldukça ilgi çeker. Örneğin mikrofon yerine megafon kullandığı Rain Dogs’daki Downtown Train daha sonra Rod Stewart’a bir hit yaratır.
1990’ların büyük bölümü, Tom Waits’in alkolü bıraktıktan sonra ayık olduğu için şarkı yazamayacağı korkusuyla boğuşmasından dolayı sessiz geçer. Ancak Tom Waits’in müziğini şekillendirmeye devam etmekte olduğu, albümlerinin ödül performansından da takip edilebilir durumdadır. Zira 1992’de en iyi alternatif albümü dalında Grammy kazanan Tom Waits 1999 yılında en iyi Rock performansı ödülü’ne aday gösterilirken, en iyi folk albümü dalında Grammy kazanır. Örneğin 1993’te çıkan The Black Rider, bir oyunun müziklerinden hazırlanmış bir kabare edası taşır. Bununla birlikte benim için tartışmasız en iyi Tom Waits şarkısı olan Russian Dance’i hayranlarına sunar. Çello, keman, bas ve eşlik eden postal ritmiyle dinleyici her an şarkının biteceği korkusuyla yaşar. Özetle müziği hala biraz blues, biraz rock, ama her daim alternatiftir.
Bir süre daha sessizliği tercih eden Tom Waits, 2000’lere iki albümle döner: ‘Alice Harikalar Diyarında’ öyküsüne atıfta bulunan aynı adlı bir oyunun müziklerinden oluşan Alice ve bir nevi sadede dönelim havasında, Swordfishtrombones’un dramatik müziğini anımsatan Blood Money. Ancak 2004 yılında bambaşka bir Tom Waits çıkagelir. Sanatçı kendisi için bile büyük bir adım atar ve hemen hemen hiç piyano kullanılmayan bir albüm yapar. Real Gone’da vokallerin perküsyon niyetine kullanılması ve Tom Waits’in ilk kez politik içerikli şarkılar seslendirmesi gibi enteresanlıklar mevcuttur. Aynı zamanda oğlu Casey’in başında olduğu turntableların karışıma eklenmesiyle, Tom Waits’in markalaşmış lirikliğinde yeni katmanlar ortaya çıkmıştır. Özellikle Sins of My Father ve Day After Tomorrow’da ziyadesiyle hissedilen bu enteresanlıklar, albümün her bir parçasıyla birlikte Tom Waits’in müzik dünyasındaki farklılığını, eğer onu anlayabiliyorsa dinleyicinin de dünyadaki farklılığını yüzüne vurur.
2006’nın sonlarına doğru pek çok yeni şarkıyla birlikte eski şarkıların eklendiği üç cd’lik bir set yayınlanır. Orphans: Brawlers, Brawlers and Bastard albümü bir diskte rock ve blues tabanlı şarkıları içerirken, bir diskte baladlara ve diğerinde ise daha deneysel parçalara yer verir. Bu set ile artık bana göre Tom Waits şu ya da bu olmadığını ve olamayacağını ilan etmiştir.
Zira Tom Waits müziği, kendisinin ne hissettiğidir. Sürekli baba figürü arayan bir çocuk, bir noktada kırılan çocukluğuna hapsolmuş bir baba, adsız bir alkolik ya da romantik bir koca... Nev-i şahsına münhasırdır Tom Waits, başta da söylediğim gibi... Farklı bir evrende mavi tonlarında bir bara oturursunuz ve dinlediğiniz, akıl hastası olduğundan şüphe duyan bir adamın, O’nu dinleyenlere, anlayanlara ve farklı olduğunu bilenlere söylediği şarkılarından ibaret nev-i şahsına münhasır bir türdür...
Haber: Burçin Yeşiltepe