ALBRECHT DÜRER
30/06/13 | YORUM SAYISI 0 | GÖRÜNTÜLENME 3905 |    Ters Dizgi
Dürer 500 yıldır orada; üzerinde kürk yakalı mantosu, kıvrılarak omuzlarına dökülen dalgalı saçlarıyla bütün görkemi içerisinde, akıp giden zamanı ve gerçek mekanda olup bitenleri seyrediyor. 500 yıldır bıkmadan ve gözlerini bir an olsun kırpmadan... Gizemli bir sessizliğe bürünmüş bu ölümsüz imge, bugün kendisini Münih Alte Pinakothek’in düz duvarlarındaki yerinde ya da çoğaltılmış imgeleri aracılığıyla kitap sayfalarında izleyenlerle hiçbir görsel temasa girmeyerek, yalıtılmış yalnızlığının ayrıcalıklı konumunu korumayı sürdürmektedir.

Bizler ise, sadece o imgeyle değil, imgenin tanımladığı ünlü Alman rönesans sanatçısı Dürer’in ismine duyduğumuz saygıyla bakıyoruz resme. Bu resimden anlaşılabileceği gibi, imgesini yaratırken sanatçının kendisi de deha ve saygınlığının farkındaydı. Hatta belli ki, bunu özellikle vurgulamak istemişti. Dürer, kendisini İsa gibi resmetmiştir. Kendi imgesine böylesine dinsel bir göndermede bulunması, Rönesans döneminde sanatçı kimliğindeki yücelmenin İtalya sınırlarını aşan boyutunu ortaya koymaktadır. Dürer, Rönesans sanatının tüm teknik, bilimsel, üslup ve felsefi birikimini Alplerin ötesine taşımış ve etkileyici dehası yardımıyla bu birikimi eşi olmayan bir resim diline dönüştürmüş bir sanatçıdır.

Albrecht Dürer, 21 Mayıs 1471 tarihinde bir kuyumcunun oğlu olarak Nüremberg’de dünyaya gelmiştir. Nüremberg, İtalya ve Hollanda gibi iki önemli sanat merkezinin tam ortasında yer almaktadır. Dürer’in sanatında, ilk dönemlerde Hollanda ve daha sonra belirgin bir şekilde İtalyan sanatının etkileri gözlenebilmektedir, ancak onun kendi yaratıcı gücü her türlü etkinin ötesine geçmiş ve Almanya’nın sanat tarihine kazandırdığı ilk önemli isimlerden birisi olmuştur.

Henüz 13 yaşında, aynadan bakarak yapmış olduğu ve günümüze gelen en erken çalışması olan bir oto-portre çizimi, sanatçının oldukça erken bir yaşta resim temeline sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Başlangıçta bir süre, kuyumcu olan babasının yanında çalışmıştır. Bu işte edindiği tecrübe, ona ileride yapacağı gravürler için yardımcı olacaktır. Daha sonra, 1486 yılında, Michael Wolgemut isimli bir ressamın atölyesine girmiş ve burada eğitimini sürdürmüştür. Wolgemut, dönemin tanınmış ve önemli ağaç baskı sanatçılarından birisidir ve aynı zamanda Dürer’in büyükbabası, yayımcı Anton Koberger’in kitapları için de ağaç baskılar üretmektedir. Dolayısıyla, bu atölyede yetişen Dürer, bu dönemde çalışmalarını baskı resim üzerine yoğunlaştırmıştır.

Sanatçı, 1489 yılının sonlarında Wolgemut’un atölyesindeki çıraklık eğitimini tamamlamış ve bir gezgin olarak 4 yıl boyunca Avrupa’nın çeşitli şehirlerine uğramıştır. Nüremberg’den ayrıldıktan sonra, ilk iki yıl nereleri ziyaret ettiği hakkında net bir bilgi yoktur. Ancak, bu dönemden kalan ve birinde annesini diğerinde ise babasını resmettiği 1490 tarihli iki yağlıboya portre, Dürer’in kariyerinin başlangıcından itibaren yağlıboya resme ilgi duyduğunun birer göstergesidir. 1491/92 yıllarına tarihlenen ve bir desen çalışması olan Başı Sarılı Oto- Portre ise, onun sanatsal üretimindeki malzeme ve teknik zenginliğinin erken gelişimini işaret ettiği kadar, portre ve özellikle oto-portre konusuna duyduğu ilgiyi yansıtmaktadır.

Dürer, seyahatinin sonraki iki yılında Colmar, Basel ve Strasbourg gibi önemli merkezlerde bulunmuş ve Basel ve Strasbourg’da bir süre kitap resimleyicisi olarak çalışmıştır. Bu uzun seyahat, onun mesleki birikimini ve deneyimini arttırmış ve önünde yeni ufuklar açmış olmalıdır. 1494 yılında Nüremberg’e geri dönmüş ve kentin tanınmış ve eski ailelerinden birisinin kızı olan Agnes Frey ile evlenmiştir.

Aynı yılın sonbaharında, onu derinden etkileyecek bir sanat ortamının içine gireceği İtalya’ya, Venedik’e gitmiştir. Bu gezinin nedeni olarak, bu sırada Nüremberg’de her gün 100 kişinin ölümüne neden olan veba salgını gösterilmektedir. Ancak, bu dönemde pekçok kuzeyli sanatçı için İtalya’da klasik sanatın izlerini görmek ve İtalyan rönesansını incelemek bir gereksinim gibidir. Nedeni ne olursa olsun, genç Dürer açısından ilk İtalya ziyareti, eşi benzeri olmayan bir deneyim olmuştur. Venedik’te Mantegna, Pollaiuolo ve Lorenzo di Credi’nin eserlerinden kopyalar yapmış ve özellikle çıplak konusuyla ilgilenmiştir. Kısa süreli bu İtalya tecrübesi, onun sadece mesleki araştırmaları değil, hayat görüşü açısından da büyük önem taşıyacaktır.

İtalya’nın onun üzerindeki etkilerinin boyutu 1498 tarihli Oto-Portre’de izlenebilmektedir. Bu resmi, Venedik ziyaretinin ardından yapmıştır. Şık kıyafeti, bakımlı saçları ve sakalıyla 27 yaşındaki Dürer, Rönesans portre geleneğine bağlı bir şekilde bir iç mekanda yer almaktadır. Arka plan duvarla sınırlıdır, ancak resmin sağ kısmında doğaya açılan bir manzara vardır. Burada, 15.yüzyıl Floransa resim geleneğine uygun bir şekilde, uzaklara doğru kıvrılan bir nehir ve Alp manzarası görünmektedir. Kendisini sağ kolu resmin alt köşesine dayanmış olarak ¾ cepheden gösteren Dürer, batı resim sanatı tarihinde kendi portresini yaptığı bilinen ilk sanatçılardan birisidir. Bakımlı ve şık bir İtalyan kentsoylusu görünümünde olması, onun kendisini çağdaşı kuzeyli sanatçılardan farklı bir statüde gördüğünü ortaya koymaktadır.

Gerçekten de, Dürer çağdaşı Alman sanatçılardan farklı olarak, ortaçağ resim geleneğinden ayrılan ve İtalyan Rönesans resminden güç alan bir anlayışın Almanya’da yaygınlaşmasında çok önemli bir rol oynayacaktır.

1495 baharında Nüremberg’e dönen sanatçı, burada bir atölye açarak çalışmalarını bakır oyma ve ağaç baskı üzerine yoğunlaştırır. Dini ve günlük yaşamdan çeşitli konular üzerine gerçekleştirdiği bu çalışmalardan en tanınmış olanı Mahşer adı verilen bir dizi baskıdır. Bu dizi içerisinde ise, Mahşerin Dört Atlısı isimli sahne en dikkat çekici olanıdır. Dürer’in bu çalışmasında mahşerin dört atlısı; yeryüzüne savaş, veba ve açlık getirmekte ve insanlığın kendi başına sardığı değişmez felaketler olarak simgelenmektedir.

Bu dönemde, Dürer’in bazı yağlıboya porteler ve dini konulu resimlere yoğunlaştığı da görülmektedir. Kariyerinin başlangıcından itibaren portre konusuna gösterdiği ilginin bir devamı olan bu portreler, giderek İtalyan portre geleneğine yakınlaşmaktadır. Dini konulu yağlıboyaları arasında ise, ilk önemli başyapıtı yaklaşık 1498 yılında yaptığı Paumgartner Altarı’dır. Kilisenin sunak kısmına konmak üzere sipariş edilen bu triptik (üç parçalı resim) çalışmasının orta panosunda, İsa’nın doğumu sahnesi yer almaktadır. Bu sahnede, girift mekan kurgusunun yarattığı boş- dolu karşıtlıkları etkileyicidir. Resmi dikey, yatay, diyagonal olarak bölen hatlar ve resim yüzeyinin derinliklerine doğru kaçan çizgilerle tanımlanan bir mekan söz konusudur. Figürlerin bu mekansal kurgu içinde değerlendirilişi de ilgi çekicidir. Çobanlar, azizler ve sahneye dahil olan diğer figürler küçük boyutludur. Bu, ortaçağ geleneğine bağlı olarak, figürlerin önemlerine göre büyüklüklerinin artması uygulamasının bir örneğidir. Dürer, bu uygulamayı bilinçli olarak yapmış olmalıdır. Bu gelenek, ona mekanı figürlerle kaplamaksızın olayı tasvir edebilme olanağı sağlamıştır. Sanatçı, 1505- 1507 yılları arasında ikinci kez İtalya’ya gittiğinde artık saygın bir ressamdır ve yakın arkadaşı hümanist Willibald Pirckheimer’e yazmış olduğu mektuplar onun bu ziyareti hakkında yeterli bilgiyi sağlamaktadır. İtalya ziyareti sırasında, burada bulduğu özgür ortamın kendi topraklarında olmadığından yakınarak, arkadaşına şöyle yazmaktadır: “Nasıl titreyeceğim güneşten uzakta! Burada bir efendiyim, vatanımda ise bir asalak.”

Venedik’te Giovanni Bellini ve diğer sanatçılarla çalışmış, İtalya’daki sanatsal gelişmelere tanıklık etmiştir. Burada Rönesans düşünce ve sanatını özümseme şansını bulmuştur. Venedik dönemi çalışmalarından en önemlisi, bu şehirdeki Alman tüccarlar tarafından sipariş edilen 1506 tarihli Gül Çelenkleri Festivali adlı yağlıboya panodur.
Dürer, 1507 yılı başlarında tekrar Nüremberg’dedir. Artık Alplerin ötesinde gerçek bir Rönesans sanatçısı kimliği olarak dikkat çekmektedir. O; araştıran, düşünen ve tartışan hümanist bir sanatçıdır. Dürer, resmin zanaat çalışmalarına yoğunlaşmak yerine, matematik ve genel kültür sorunlarıyla uğraşıyor ve ortaçağ zanaatçı geleneğinden bir Rönesans sanatçısı kimliğine ulaşmak için çaba sarf ediyordu. Sanat üzerine kuramsal bazı kitaplar da yazmış olan Dürer, 1525’de Pergel ve Cetvelle Ölçme Konusunda Bilgi adlı kitabının önsözünde şunları söylemektedir: “Bugüne dek Almanya’da hiçbir kurama dayanmayan sadece gündelik pratikle yönlenen birçok yetenekli genç ressam yetişti. Bunlar yabani bitkiler gibi özensiz biçimde boy attılar.”


Doğayı dikkatle gözlemleyen ve bilimsel esaslarla resim üreten Dürer’in bir suluboya çalışması, yabani bitkileri tasvir etmektedir. Bu resim Dürer’in doğa ilgisini ortaya koymaktadır. Dürer’in buna benzer çok sayıda doğadan çalışması vardır. Hayvanlar ve bitkileri ayrıntılı bir şekilde ele aldığı çizimlerin yanısıra, gezileri sırasında gördüğü kent ve doğa kesitlerinin suluboya manzaralarını yapmıştır.

Alman sanatçı, yaşadığı dönemde kazandığı ünü, daha çok gravür alanındaki çalışmalarına borçludur. Dürer, farklı teknik ve malzemelerle çok sayıda konuya el atmış, dini ve dindışı konuları aynı duyarlılıkla ele almış bir sanatçıdır.

1511 tarihli Kutsal Üçlü resminde klasik biçimlerin kullanımı dikkat çekicidir. Renk modülasyonları ve güçlü bir desen anlayışı ön plana çıkmaktadır. 15.yüzyıl başında yaşamış Floransa sanatçısı Masaccio’nun derin bir Roma tonozunun içine yerleştirdiği benzer konu, Dürer tarafından daha kalabalık bir figür bütünüyle ele alınarak gökyüzüne (gök kubbe) taşınmıştır. Nüremberg’deki 12 Brethren Evi’nin şapeli için ısmarlanan resim, farklı sanatçıların yakın tarihli resimlerindeki kompozisyonları andırmaktadır. Raffaello’nun 1509 tarihli Kutsal Tartışma’sı ile 1517-20 tarihli Transfigürasyon’u; Tiziano’nun 1516- 18 tarihli Meryem’in Göğe Yükselişi gibi yakın tarihli örnekler bu anlamda önemlidir. Resmin en alt kısmında geniş bir manzara uzanmaktadır. Ufuk çizgisi resmin hemen altında sona ermekte ve figürlerin yer aldığı gökyüzü başlamaktadır. Burada, alttaki kalabalığın içerisinde bazı önemli din büyüklerinin yer aldığı figür grubu hafif bir konkav çizmektedir. Onların üstünde ortada çarmıha gerili İsa ve arkasında Tanrı figürü yer alır, iki yanlarında yine bir konkav bütününü tamamlayan figür grupları yer almaktadır. En üstte, Tanrı’nın başının üzerinde, kutsal ruhu simgeleyen güvercin ve onu çevreleyen melekler bulunmaktadır. Böylece, resim yüzeyini alttan itibaren yatay olarak tanımlayan dörtlü bir kademelenme söz konusu olmuştur. Resim, biçimlendirme açısından İtalyan Rönesans ustalarının yaklaşımını yansıtmaktadır, ancak ayrıntıcı yaklaşım ve canlı renk kullanımı kuzey gelenekleriyle bağlantıyı ortaya koyar.

Onun Dört Havari adlı çalışması ise, 1526 tarihlidir. John (Yahya), Peter (Petrus), Paul ve Mark (Markus) figürlerinin hacimlendirilişleri ve giydikleri elbiselerin kumaş kıvrımlarının ele alınışı son derece başarılıdır. Figürler, koyu renk bir arka planın önüne yerleştirilmişlerdir. Öndeki azizlerden biri ¾ yandan, diğeri tam yandan gösterilmiş, arkadaki azizler onların arkasında kalmıştır. Koyu renk arka planın kullanıldığı resimde, Dürer’in en az bir İtalyan ustası kadar güçlü desen anlayışı kendisini belli etmektedir. Ancak yüzlerdeki ifadeler, canlı renkler kuzeyle bağlantılı özelliklerdir.

Kuzeyin gelenekleri, İtalyan rönesans resminin verileri ve kendi dehasının bir bileşimi olan çok sayıda farklı konu ve teknikteki resmiyle Dürer’in yaşadığı dönemde kazandığı saygınlık, günümüze geldikçe artmış ve bu saygınlık onun kendi portresinde ölümsüzleştirilmiştir.

Dürer 500 yıldır orada ve saygın konumundan bir nebze olsun taviz vermeden bizleri, yaşamı ve herşeyi izlemeye devam ediyor.

Dr. Mehmet Üstünipek










































tutunamayanlarApril 24, 2019, 9:47
[1]
Çevrimiçi Üyeler
Üye Ziyaretçi