GÜÇ SAVAŞLARI VE SİNEMA
11/07/13 | YORUM SAYISI 0 | GÖRÜNTÜLENME 2534 |    Ters Dizgi
SİNEMA

Yıl 1895, yer Paris! İlk halka açık gösterim, olgu: Sinema!
Sinemanın yaratıcıları Lumiere kardeşler, keşfettikleri bu çılgınlığın önemini yeterince kavrayamamışlardı. Bunu en fazla yeni bir eğlence biçimine duyulan geçici bir heves olarak değerlendirmişlerdi. Hatta sinemanın başka bir önemli şahsiyeti George Melies ilk kez Lumiere’lerden kamera istediğinde, ona bunun ölü bir yatırım olacağını, yakında modası geçeceğini söylemişlerdir. Hâlbuki aradan geçen bir asırlık zaman, bugün bize bu düşüncenin hiç de yerinde bir tespit olmadığını göstermekte aksine sinemayı çağımıza damgasını vuran yegâne gerçeklik olarak karşımıza çıkarmaktadır.

Sinema, doğduğu ilk yıllardan beri bir eğlence biçimi olma özelliğini hiçbir zaman yitirmemiş dahası yapısında ki bu özellik daha da geliştirilerek profesyonel bir şekle büründürülmüştür. Ortaya çıkan şey; adına Hollywood denilen tüm dünyada söz sahibi devasa bir eğlence endüstrisi olmuştur.

Hollywood filmleri tüm dünyayı kasıp kavurmakta ve sinemayı tekeline almış gözükmekte olmasına rağmen, ilk olarak Avrupa’da ve son zamanlarda Latin Amerika, Afrika ve İran gibi gelişmekte olan ülkelerde Hollywood yapısına karşı filmlerde yapılmaktadır. Özellikle Avrupa’da en başından beri “kaçış” sineması dediğimiz Hollywood tarzı filmlerden uzaklaşılmaya çalışılmış ve filmin doğasını araştıran film yapımcıları çıkmıştır.

Peki, tüm dünyada Hollywood’a karşı böyle şiddetli bir tepki olmasının sebebi nedir? Ve gerek ekonomik gerek siyasi açıdan bizden çok daha vahim durumda olan Afrika ülkeleri dahi sinemanın barındırdığı tehlikeleri ve kültürlerini sinema üzerinden devam ettirebileceklerini anlamışken, neden Türkiye’de hala Hollywood sineması dışında bir sinemanın varlığı bilinmiyor ya da Türk filmi diye yapılan filmler neden hala baştan aşağı Hollywood kokuyor?

Sinema 20. Yüzyıl boyunca insanın insanla, insanın çevresinde ki dünyayla ve en önemlisi insanın kendi ile olan ilişkisini tümüyle değiştirdi, zedeledi. Bu yazıda Sinema’nın doğası ve etkilerini sosyolojik ve göstergebilimsel açıdan iki bölüm halinde kolay anlaşılabilir bir dille özetlemeye ve ülkemizle olan ilişkilerini göstermeye çalışacağım.

BÖLÜM-1: SİNEMA TOPLUMLARIN VARLIĞINI DAYANDIRDIĞI TEMEL DEĞERLERİ KÖKTEN DEĞİŞTİRİR!

Kontrollü ve neye baktığını bilen gözlere sahip olmayan bir toplumun varlığını dayandırdığı temel değerler sinema yüzünden kökten değişebilir çünkü sinema zaten doğası gereği, bildiğimiz gerçekliğe nüfuz edebilmeye muktedirdir, buna ek olarak özellikle art niyet güdülerek işlendiğinde kontrol edilemez bir canavara dönüşür.

Ülkemizde parmakla sayılabilecek kadar az olan birkaç film festivali hariç, hiçbir sinema salonunda Hollywood filmleri dışında filmler gösterime girememektedir. Böyle bir genel tutum, sadece sinemaya giden bireylerin dünyasını etkilemekte değil aynı zamanda bilinçli Türk sinema yapımcılarının yetişmesini, yetişse bile yapacağı filmler Amerikan yalakası bir pazarda satmayacağı için aç kalıp yok olmasını öngörmektedir ki amacı da budur zaten.

Öncelikle Hollywood sinemasının tüm dünyada ve ülkemizde neden en baskın sinema biçimi olduğuna değinelim. Girişte de bahsettiğimiz üzere Hollywood sinemasına “kaçış” sineması denilmektedir çünkü insanlar kendilerini yabancılaştıran ve hiçleştiren gündelik hayatın ağır gerçekliği altında ezilmekten yorulmakta ve kaçış ihtiyacı hissetmektedirler. Bu noktada onlara belli bir ücret karşılığında 2 saatliğine alternatif bir gerçeklik önererek bu ihtiyaçlarını karşılayan ve tamda bu yüzden onları kendisine bağımlı hale getiren bir eğlence biçimidir Hollywood Sineması ilk olarak.

Daha ileri aşamalarda, filmlerin kahramanlarla özdeşleştirici yapıya sahip olan senaryoları, aynı şekilde tehlikeli bir biçimde belli bir fikre yönlendirici çekim ve kurgulanma tarzları dolayısıyla seyirci kendilerine sunulan ürünleri sorgulayamaz hale getirilerek sahte bir fantezi dünyasının içinde eğlendirilir.

Ancak bu çok pahalıya mal olan bir eğlencedir. Çünkü bu filmler yalnızca eğlendirmez, ideolojik bir tarafları da vardır. Sadece kendi sunduğu gerçekliği önerir ve farklı dünya görüşlerini tümüyle reddeder dahası unutulmasını sağlar.

Sovyet devrimi döneminde Eisenstein ve Pudovkin gibi Rus sinemacılarda seyirciyi belli bir fikre yönlendirmek amacıyla filmler yapmaktaydı ancak onların yaptığı filmlerde bu ideolojiler açık açık sunulmaktaydı. Dolayısı ile yalnızca o ideolojiyi benimseyenler o filmlerden zevk alır, farklı fikirde ki seyirci ise filmi itici bulur ve hiçbir şekilde etkilenmezdi. Öte yandan Amerikan sineması, yapısı gereği barındırdığı ideolojiyi zekice gizleyerek seyirciye görünüşte sadece 2 saatlik masum bir eğlence önermekte ve hiç çaktırmadan beyin yıkaması için bu süre gayet yeterli olmaktadır. Yeni dönem Rus sinemacılardan Alexander Sokurov’un sözlerini dinleyelim:

"İşin ilginci ilk kez bir sinema filmi izlediğimde, büyük bir baskı altında, bir eziyet çekercesine kendimi farklı bir ortamda hissettim çünkü burada sinema yapımcısının “totaliter” bir tutumuyla yüz yüzeydim. Çünkü izlediklerim benim aklıma, benim duygularıma, benim şuuruma büyük bir baskı yapıyor diye düşündüm. Çünkü edebi bir eser okuduğunuzda bunu hayalinizde canlandırabiliyorsunuz, burada özgürsünüz keza radyo tiyatrosunda da öyle ve o sanatçının yazdığını kendiniz de hayalinizde tamamlayabiliyorsunuz. Hâlbuki sinema dediğinizde çok vahim bir şekilde “böyle alın” diye bir zorlama hissediyorsunuz, paket halinde alıyorsunuz sunulanları. Sinema görsel doğasıyla bir bütün olarak karşınıza geliyor ve izleyicinin direnmesi durumu gündeme geliyor. Kaldı ki herhangi biri bir Nazi ya da bir Bolşevik fikrini ya da son derece abuk sabuk bir fikri bu direnci kırarak çok ikna edici bir şekilde seyircisine empoze edebilir. Bunları söylememde ki gaye, burada asıl olan izleyicinin iç dünyasındaki özgürlüğü izleyiciye bırakabilmek."

Özet olarak, herhangi bir fikri seyirciye empoze edebilme, seyircinin fikirlerini ve algılarını dönüştürebilme gücüne sahip olan yapısı ve eğlenceli görünümü sayesinde Hollywood, ürettiği yıkıcı ürünlerle seyircide bağımlılık yaparak tüm dünyada ki en baskın sinema haline gelmiştir.

Bu yoğun baskınlığı sebebi ile de nihayetinde kendi seyircisinin uzaklaşmak istediği günlük hayata yönelmiş ve onu da dönüştürmüştür. Bugün tüm dünya Amerikalılar gibi giyiniyor, Amerikalılar gibi müzik dinliyor, Amerikalılar gibi flört ediyor, Amerikalılar gibi yemek yiyor, Amerikalılar gibi sigara içiyor, Amerikalılar gibi ölüyor ve bunun sorumlusu Hollywood filmleridir.

Yalnızca Amerika’nın ve Amerikan kültürünün hâkimiyetini sorgusuz sualsiz kabul eden ve onlara hizmet edenlere (bireylere, toplumlara, kültürlere, vb.) yaşama hakkı tanınmakta, geri kalanlar ötekileştirilerek yok edilmeye çalışılmaktadır.

Rahatlıkla görülebileceği üzere bu bir sömürgecilik stratejisidir; “asimile et, olmuyorsa eleminize et”. Örnek olarak, İngilizcede “exotica” diye bir kelime var. Bu kelimenin tam karşılığı için bakılması gereken yer tabii ki Hollywood filmleridir. Batılı beyaz adamın filmin “iyi” kahramanı olarak, sultanların, padişahların dünyasına, cahilliğin, barbarlığın, geri kalmışlığın, baskıcı yozlaşmış dinlerin ( Hristiyanlık hariç tutularak ) dünyasına yaptığı tehlikeli yolculuklar ve soluk kesen maceralarının anlatıldığı filmler Hollywood’un klasiklerindendir. Doğuyu görme biçimleri budur onların.

Bu batılı “iyi” kahramanımız doğunun egzotik bir şehrine mesela İstanbul’a gelerek geri kafalı ve kötü niyetli bir halı tüccarının elinden oryantal giysiler içinde vücudu bir fantezi öğesine dönüştürülen doğulu ve aciz bir kadını kurtarır mesela bu tarz filmlerde. Hatta bu doğulu kadın kendisine yapılan iyiliğin altında kalmaz ve filmin kahramanı olan batılı beyaz adamın filmin sonunda kendisini öpmesine de izin verme nezaketini gösterir, hatta bazen batılı adama karşı o kadar mahcup olur ki onunla Amerika’ya dönerek onun karısı oluverir.

Bu tarz filmlerde seyirci, filmin yapısı gereği kendini filmin kahramanının yerine koyar, yani Amerikalının. Ve bu yüzden film bittiğinde Amerikalı kahramanın zevkleri, onun tavırları, onun görüşleri seyirciye aktarılmış olur ki bu doğuyu yani kendimizi sadece bir Amerikalının gözlerinden görmek anlamına da gelir. Bu yolla bizi kendimizden ve kendi kültürümüzden iğrendirmeye çalışmaktadırlar.

Sadece bize karşı ve sadece filmlerle değil, kendilerinden olmayan herkese karşı iletişimin her alanında bu politikayı yürütürler.

Örnek olarak eminim hepiniz soğuk savaş döneminin tehlikeli ve asıl kötü adamı olarak gösterilen komünist Ruslarıyla savaşan iyi kahraman kapitalist Amerikalı ajan filmlerini hatırlarsınız. Attila İlhan’ın dediği gibi ilk olarak çizgi romanlarla; Kızıl Maske’lerle, Baytekin’lerle başladılar bizi içeriden zehirlemeye, Hollywood bu sürecin nihai noktasıydı. Ardından televizyon çıktı ve sinema filmleri televizyon sayesinde evlerimize de girerek etki alanını daha da genişletti.

Şunu bir düşünün, bugünün gençliği gözünü dünyaya ilk açtığında televizyon çoktan ordaydı. Onlar hayatın gerçeklerini televizyonda oynayan filmlerden öğrendiler. Çocuklukları boyunca karakterlerinin yapı taşlarını belirleyen, dağı, taşı, bulutu, çiçeği, kendileri dışındaki insanları algılama biçimlerini belirleyen; aileleri değildi, önce televizyondu.

Siz gençler; hayat sadece koca bir hippi zırvası olan savaşma seviş politikasından ya da Amerikan kültürünün diğer öğelerinden ibaret değil, televizyonu kapatın ve elinize bir kitap alın. Bilmelisiniz ki, eskiden Avrupalı rahiplerin Afrika’da sömürgecilik adına üstlendiği kültürel dönüşüm görevinin çağımızda ki temsilcileri Hollywood Sineması ve televizyondur.

BÖLÜM-2: PUTLARIN ALACAKARANLIĞINDA

Görme, sahip olduğumuz beş duyudan yalnızca bir tanesidir. Bu beş duyumuz; görme, duyma, koklama, tatma ve dokunma ile görüntüleri, sesleri, kokuları, tatları ve temas ile oluşan hisleri algılarız.

İşin aslı ilk bakışta beş duyumuzun beş farklı öğeyi algıladıklarını düşünsek de, aslında hepsi sadece tek bir şeydir: duyu. Ancak aralarında en doğrudan etkileme gücü olan ve bu yüzdende en sınırlayıcı olanı görme edimidir. Görme biçimlerimiz, hayatı algılama şeklimizi de belirler.

Örnek olarak, batı kültürü ile az ya da çok ilişkisi olan birine “gül” gösterirseniz şuur dışında romantizm ve aşk gibi çağrışımlar oluşacaktır, öte yandan Amazon ormanlarının kalbinde sivilizasyondan uzak bir hayatın içinde doğup büyümüş bir kabile üyesine gül gösterdiğinizde, bu ona bizim asla bilemeyeceğimiz bambaşka ifadeler sunacaktır. Yani kültürlerin ortak hafızasında ki imgeler, bakılan nesnelere normalde olduğundan başka anlamlar yükler.

Bu tarz ortak imgeler yeterince çoğaldığında, önyargılar ve kalıplaşmış sınırlandırılmış dünya tasavvurları üretir. Burada Hollywood ile ilgili küçük bir örnek vermek yerinde olacaktır.

Amerika’nın en eski tarihi kovboylara dayanır, yani başlangıçta ne kendilerine ait bir kültürleri, ne kendilerine ait toprakları ne de onlarca eyaleti bir arada tutabilecek ortak değerleri vardı. Ama John Ford gibi büyük Hollywood yönetmenleri yaptıkları filmlerle ortak bir kültür ve insanların ne olursa olsun “biz Amerikalıyız” diyebilmelerini sağlayacak ortak bir hafıza yarattılar.

Bu ortak hafıza terimini biraz daha açmak gerekirse; herhangi bir göstergenin bireyden bireye farklılık göstermeden, bir toplumun tüm üyeleri için aynı şeyi ifade etmesi diyebiliriz. Mesela bir ülkenin bayrağı o milletin ortak hafızasının bir öğesidir. Bu şekilde herkes için ortak anlamlar taşıyan imgelerin çok fazla üretilmesi ve bir topluma kabul ettirilebilmesi sonucu o toplum artık başka bir toplumdur. İşte büyük Hollywood yönetmenlerinin yüzyılın başından beri Amerika’da yaptığı şey buydu. Milyonlarca bölük pörçük, her konuda farklı fikirlere, farklı kökenlere sahip insanları “biz Amerikalıyız” ifadesi altında, çok güçlü Amerikan imgeleri yaratarak bir araya getirdiler.

Kapitalist mantığın kendini var kılabilmek için her ne yoldan olursa olsun ürettiklerini pazarlama ihtiyacı da Hollywood tarafından göz ardı edilmedi elbette. Marlboro içen kovboylar, Levis giyen hippiler ve bunun gibi daha birçoklarıyla aşırı bir stilizasyon yoluna gidilerek sadece kültürel anlamda değil, ekonomik anlamda da diğer toplumları Hollywood sayesinde kendilerine esir etmeyi başardılar.

Uzun lafın kısası Hollywood Amerika’nın olmasa olmazıdır. Hollywood’u kaldırın, Amerika paldır küldür çöker. Buraya kadar görme duyumuzun sınırlandırıcı ve düşünme eylemimizi kalıplara sokan bir algılama şekli olduğundan ve Hollywood’un bunu kullanma şeklinden bahsettik.

Hâlbuki ses, imgeye nazaran çok daha özgür bir doğaya sahiptir. Gözlerinizi kapatıp bir müzik dinlerken yaşadıklarınızı, hissettiklerinizi, özümsediklerinizi hiçbir görsel sanat dalı size veremez.

Çağlar boyunca Avrupalı ressamların müzisyenleri delicesine kıskanmasının sebebi de budur işte çünkü müziğin doğası kendiliğinden özgürken, bir ressam o özgürlüğü yakalamak için çok daha büyük çabalar harcamak zorunda kalmakta yine de harcadığı çaba yeterli olmamaktadır.

Fakat özgür olmaması güçlü olmadığı anlamına gelmez. Hatta sınırlandırıcı sığ bir yapısı olduğundan dolayı o kadar güçlüdür ki, bütün bir Avrupa tarihi imgelerin ışığı altında yazılmıştır.

İnsanların inançlarını, değerlerini, arzularını, tutkularını, hayallerini her şeylerini imgeler yönlendirmiştir tarih boyunca. Yani Hollywood’un bugün yaptığı şey aslında yeni değil yeni olan sahip olduğu araçların gücü ve araçların kullanımından kaynaklanan imgeyle ilişkiye girme biçimimizde ki değişiklikler.

Niçe’nin (Nietzsche) ünlü deli karakterini bilirsiniz; gündüz vakti elinde fenerle pazar yerine gider ve bir şeyler aramaya başlar. Pazar yerinde “gündüz vakti elinde fener, ne arıyorsun arkadaş, deli misin?” diye soranlara, “tanrıyı arıyorum” der. Onlarda “bak tanrı orada” diyerek kiliseyi gösterirler ve bizim ülkemizde herkesin yanlış anladığı o ünlü sözünü söyler deli, kiliseye bakarak: “ Tanrı öldü! Onu biz öldürdük! Yerini neyle dolduracağız? “.

Ülkemizde ki yaygın kanının aksine Niçe nihilizmi öneren bir adam değildir aksine onun karamsarlığı, bıkkınlığı çevresinde gördüğü dünyanın ne kadar nihilistleşmiş olduğunu fark etmesindendir. O ünlü “tanrı öldü, onu biz öldürdük” sözü de aslında bu duruma işaret etmektedir. Roma imparatorluğundan beri kilise, resim ve heykel sanatını sahiplenmiş ve onu Hristiyanlığın kutsal kitabında ki ilahi hikâyeleri insanlara aktarmak için kullanmıştır. Bir süre sonra bu amaçtan vazgeçerek sadece ilahi kudreti hissettirmek amacıyla, sadece gösteriş için kiliseler, resimler ve heykellerle donatılmıştır. Sanatçıların kiliseyle olan ilişkileri ve yorum farklarından dolayı da birçok kavram birbirine karışmış, Hristiyanlık ta en sonunda içinden çıkılmaz bir anlamsızlık dinine dönüşmüştür.

Rönesans ile birlikte tanrı lig dışı bırakılmış ve onun yerine yüce bir varlık olarak “akıl” insan aklı getirilmiştir. Niçe’nin isyanı bütün bu süreçlerin sonunda insanlığın tüm değerlerini yitirmiş hayvandan daha aşağılık bir varlığa dönüşmüş olmasınadır. Tanrıyı biz öldürdük diyerek kiliseyi işaret etmesinde ki anlam özet olarak şudur; “kilisedir yarattığı imgelerle (putlarla) tanrı kavramını yozlaştıran, tanrı öldü ve sorumlusu biziz”.

Niçe, kendinden bir sonra ki yüzyılı nihilizmin dibine vuracak olan bir çağ olarak öngörürken, çok yerinde bir tespit yapmıştı. Çünkü gerçekten de yirminci yüzyıl, medya araçları sayesinde putların tüm dünyaya egemen olduğu bir çağa dönüştü. Bugün taksim meydanına çıktığımız da başımızı sağa çevirsek Mcdonalds, sola çevirsek dev gibi panolarda coca-cola, yukarı baksak levis imgeleriyle karşılaşmaktayız. Ve bütün bunlar o kadar iyi işlenmişler ki artık bize gayet normal gelmekteler. İmgelere karşı sahip olduğumuz duyarlılığı kaybetmiş durumdayız. Aynı şey sinema içinde geçerlidir.

Yüzyılın başında Lumiere kardeşler, sinema tarihinin ilk toplu film gösterimlerinden birini yaparken “trenin gelişi” adlı bir film oynatırlar. Bu bir sessiz filmdir ve sadece sabit bir kamera çok uzaktan yavaşça büyüyerek gelen bir trenin gelişini gösterir. Ancak tren kameraya doğru ( yani salonda ki seyirciye doğru ) giderek yaklaştığı için, bir yerden sonra herkes salondan kaçmaya başlamıştır.

İmgenin, yirminci yüzyılın başlarında üzerimizde ki gücünü, yarattığı etkiyi düşünün. Ancak bu süre zarfında filmlere o kadar alıştık, duyularımız o kadar köreldi ki, artık çok yüksek ses efektleri ve insanın başını döndüren görsel efektlerle dahi salondan kaçmıyoruz. Fakat duyularımız körelmiş olmasına rağmen, imgenin üzerimizde ki gücü hala aynı şekilde varlığını sürdürüyor. Şuur dışımız koca bir çöplük yığını halinde sürekli olarak günlük hayatımızda edindiğimiz imgelerle bize baskı yapmaya devam ediyor.

Böylelikle güç savaşları ve medya ilişkisinde ki son kilit nokta olan imgenin doğasından da kısaca bahsettik. Umarım bütün bu yazılanlar medya araçlarına yaklaşmanızda mesafeli bir tavır almanıza yardımcı olur.

İLKAY ATAY

tutunamayanlarJuly 11, 2013, 3:09
[1]
Çevrimiçi Üyeler
Üye Ziyaretçi