MEETINGS WITH REMARKABLE MEN
25/11/13 | YORUM SAYISI 0 | GÖRÜNTÜLENME 4967 |    Ters Dizgi

Meetings With Remarkable Men, 1979 İngiliz Yapımı.

meetin with remarkable men Bir insanın hayatında neler olabilir? Seyahatler, yeni arkadaşlar, bilge insanlar, farklı deneyimler ve dahası. Birçoğumuz çöl nedir görmeden, gizli bir haritanın peşine düşüp olmadık hayallerin peşinden gitmeden öleceğiz. Neyi aradığını bilmeden aranırken bulmanın hazzına eremeyeceğiz, böyle bir derdimiz de olmayacak ihtimal.

İşte bu film, ortalama bir insandan daha yoğun, daha farklı belki daha şanslı geçen hayatı anlatılıyor başkahramanın. Filmin başında ise bu dopdolu hayat öyküsü için şöyle deniliyor: “bu onun erken dönemlerinin hikayesidir” Dünya hayatının erken dönem olduğu hatırlatması, aklımıza ‘asıl dönem’i getiriyor ve filmin iskeleti oluşturuyor kendini.

Kahramanımız, Gurdjieff. Film boyunca yol arkadaşları değişiyor, birçoğunun ismi dahi geçmiyor. En başında babası Gurdjieff’i papaz olması için okula götürecek iken dağda bir yarışmaya denk geliyorlar, dağları titretecek frekanstaki sesi çıkarma yarışmasına.

Sırayla aletlerini çalar yarışmacılar, ezgilerin hepsi çok güzeldir. İki Türk ismin, Kudsi Erguner ve Aka Gündüz’ün de taksimlerini dinleriz, tanıdık geldikleri için ayrıca hoştur sesleri ama dağları titretmeyi başaramazlar. Nihayetinde elinde tespih ile ney çalan yarışmacı dağları da titretmeyi başarmıştır ve ödülü kazanır. Diğer ezgiler de güzel olduğu halde ödül dağları titretene verilmiştir. Ses çarptığı ve yansıdığı için dağ taş elbette etkilenecektir, lakin burada dağdan kasıt ‘gönül’dür zannımca. Orhan Gencebay’ın bir şarkısında dediği gibi,

Demedim mi gönül bir dağ
Çıkmak zordur demedim mi


Gönül: bir dağ. Dağları, gönlü titretebilen ezgi bulunduktan ve seyirciler dağıldıktan sonra baba ile oğlu da yola koyulurlar. Bir süre yürüdükten sonra Gurdjieff hızlanıp koşar vaziyette dağı çıkmaya çalışır. Gönül dağından çıkacağına da bir işarettir bu Gurjieff’in, lakin çıkmak zordur, hikâyesini tırmanmak için ne yapması gerektiğine adamıştır kahramanımız.

Bir süre Gurjieff’in ilk gençlik yılları izlenir. Baskın çıkan nefsi, kavga ettiği arkadaşına bu dünya ikimize dar diyecek kadar büyüklenmesi ve babasına sorduğu felsefi sorular gösterilir. Neyi üfleme çalışırken durup, babasına sorar:

-bir ashokh çalmayı nereden öğrenir?
-babasından
-peki o nereden öğrenmiştir?
-o da babasından. geriye doğru böylece gider.
-ne kadar geriye?
-tanrı’ya kadar.


İzlediğimde film bu beş dakikadan ibaret olsa bile anlatmaya değer demiştim içimden. İlerleyen sahnelerde bir ressam da gösterilecektir; müzik, resim ve diğer sanat dalları için de aynı sorgulamayı yapma imkânı sunacaktır bize. Sanatın yaratan’dan bir lütuf olduğunu Aliya İzzetbegoviç şöyle açıklar:

Yalnız tek bir alem olsa sanat imkansız olurdu. Gerçekten her sanat eseri, ona ait olmadığımız, içinden neş’et etmediğimiz, içine “atıldığımız” bir dünya hakkında bir haber, bir intiba mahiyetindedir. Sanat, “vatan hasreti” veya “hatırlama”dır.

Sanat nereden gelmiştir, ney çalmayı nereden, resim yapmayı nereden, hattat böyle güzel yazmayı nereden öğrenmiştir? Yaratılmışların nereden geldiği, ölünce ne olacağı, niçin burada olduğumuz ve nereye gideceğimiz sorusu Gurdjieff’in içindeki ilk kıvılcımları da tutuşturmuş; derviş ile konuşmaya hazırlamıştır sanki. Yaşça büyüdüğünde ise arayışı daha şiddetlenmiştir.

Gurjdieff’in ilk gençliği atlattığı sahnelerden sonra yol arkadaşı sürekli değişir, farklı öykülerle farklı mesajlar ve ekser tasavvufi çağrışımlar getirir aklımıza. Harabe bir yerde eski bir harita bulurlar ve Mısır’daki eski bir okulu işaret eden haritadaki yere ulaşmak için yola koyulurlar. Sebep eski bir haritadır, sebep gençliğinden beri içindeki bu arayış, vatan hasreti çektiren bu sancıdır, müsebbib ise kendi varlığını sorgulayacak yeterli zekâyı ona bahşeden yaratıcıdır hiç şüphesiz.



Yola koyulduklarında, ölümlerin olduğu tehlikeli o yola çıktıklarında, bir sürü köpek yollarını keser ve iki arkadaş köpeklerin arasında çömelmiş vaziyette beklerler saatlerce. Kalkmaya yeltendiklerinde köpekler hırlar; çaresiz oturur, düşünürler bir müddet. Bir yolcu kadının köpekleri çağırmasına kadar sürer bu bekleyiş.

Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta filminde de benzer bir sahne vardır. Köyünden şehirdeki evine dönecek olan Yusuf, gece vakti bir düzlükte köpek olduğu için kalakalmış, öylece sabahlamış, kendi varlığını sorgulamıştı bu müddetçe. Sabah uyanıp da köpeği gitmiş görünce köye geri dönmüştü. Şehre gidecek iken bu yüzleşmenin ardından özüne, ilk evine, köyüne dönmüştü Yusuf. İşte köpek ile, hırçınlık ve korkunun temsilledikleri karşısında kendini sorgulayınca bir geri dönüş yolculuğuna başlamıştı Gurjieff de. Yumurta filminde olduğu gibi, bu filmde de köpek ile yüzleşmeden sonraki yolculuklar öze dönüş mahiyetinde oldu hep.

Gurjdieff ile tanıştığı bir prensin yol hikâyeleri birbirine benzemektedir. Prens eskiden tanıştığı ve hayatını sorgulamasına vesile olan dervişi şöyle anlatır:

Derviş gelince uzun süre konuştuk. Çok farklı bir deneyim yaşıyordum. Derviş gittiğinde bu deneyim yok oldu. Bu deneyimi yeniden yaşamak için aramaya başladım daha sonra.

Bu alıntı cümle, psikiyatri terapileri ile namaz arasındaki farkı anlatmakta kullandığımız bir kalıp aslında. Komedi filmleri, beyhude eğlenceler, düşündürmeye sevk etmeyen eylemleri de dâhil edebiliriz bu etkisi geçenler grubuna. Bir hadiste dünya ehli anlatılırken geçen “insanlar nasiplenemezler, boğazdan aşağı inmez” ifadesi de bu geçiciliğe bir işarettir. Oysa ilim meclislerinden nasiplenenler bilirler ki dinlenen bir sohbet yenilen gıda gibidir, ağızdan tadı geçse de bağırsakta emilimi bitmez ve kırk gün etkisini yaşarız. Derviş gidince devam eden muhabbet, filmin başında dağları titreten ezgiye benzemektedir. Diğer ezgiler de güzeldir, terapiler de faydalıdır ama dağları titreten o ezgi ‘namaz’dır müslüman’a. Prens ise dervişin sözlerinin tadını sadece ağzında hissetmiş, midesine inememiştir. Peşine düştüğü bu arayış da dervişi değil tadı geçmeyen muhabbeti arayışıdır aslında. Sözün peşine düşerken söz sahibini, muhabbetin peşine düşerken muhabbeti hasıl edeni aramaya koyulmuştur prens.

Prens ile Gurjdieff bir adam ile tanışırlar bir sahnede. Adam prense yalnızca annesinin ve dadısının bildiği ismi ile hitap eder, hayat hikâyesini de özet geçip prensi hayretler içinde bırakır. İlahi çağrışımlar bu sefer prensin hikâyesinden verilmektedir. Adama kim olduğunu sorduğunda,

Kim olduğum gerçekten önemli mi ya da ne olduğum? Merakınızın nedeni hayatınızın bir hiç haline gelmiş olması değil mi? Bu his öylesine güçlü ki şu an tüm bilmek istediğiniz kim olduğum ve sizi nasıl tanıdığım…. Eğer kendinin boş olduğunu hissedersen, sana yardım edeceğim.

Kendisini çok iyi tanıdığı halde prensin adını dahi bilmediği bu adam acizliğini yüzüne vurmuştur, “evet, ben boşum” demiştir prens. Prensi yıllardır arayadurduğu yere götüreceğini söylemiştir bunun karşılığında. Adama duyduğu merakı, katlanarak artan bu duyguyu bastırması ile prens bir mertebe atlamıştır. Ve söylediği yere gitmesiyle, merakını bastırmanın, ben boşum demenin karşılığı olarak gizli bir manastıra gönderilmiştir. “Size sorduklarım bilmek istediğim şeyler değil” diyerek şairin övdüğü seviyeye ermiştir:

Kem sualler giyindim serkeşlik meydanında
Göğe taşlar savurdum dönen olmadı
Hiç adını sormadım adımı çağıranın
En yüksek kuşlardan yüksek uçtum gönül kanmadı


Seyr-i sülûk hikâyesi, kim olduğunu bilmeyen bu adam sayesinde nihayete ermiştir prensin. Filmin sonunda Gurjdieff de aynı manastıra ulaşacaktır.

Gurdjieff kendisini manastıra yönlendirecek derviş ile konuşurken “nasıl arayacağımı bilmiyorum” der. Filmin baştan sona özeti, birçok arayışın özeti, nitekim hayatın özetidir bu söz: nasıl arayacağını bilmek… Öğretici bu yüzden gereklidir. Gurdjieff filmin başında peşine düştüğü haritadaki gizli okul olan manastıra gidiyordur aynı zamanda. Dağların arasında, desteği ve tutacağı olmayan sallanan bir köprüden geçince manastır çıkar karşısına. Manastırda görecekleri, anlamlandıracakları, insanların hareketleri, dervişin sözleri hep bu köprüden geçmek gibi denge meselesi üzerinedir.

Derviş, “Kuzu gibi geldin buraya ama içinde bir kurt yatıyor. Bu ikisini birlikte yaşatacak kuvveti bulabilecek misin?” diyerek karşılar Gurjieff’i. Kuzu-kurt, iyi-kötü dengesi köprüden geçmek gibi meşakkatli bir iştir. Gurdjieff manastırda prens ile karşılaşıp beraber bölümleri gezdiklerinde burada yapılan egzersizlerin içte yatan kurt ve kuzuyu dengelemeye yönelik olduğunu öğrenir. Filmin manastır sahneleri oldukça tanıdık ve güzeldir. Yoga, dans, jimnastik, sema gösterisi, zikir yapanlar vardır manastırda. Özellikle zikir sahnesi enerjinin ulaşacağı boyutlara güzel bir gösteri olanağı sunar. Dervişin etrafında dönüp kimse yokmuşçasına hareket eden adam bir süre sonra secdeye kapanır. Hatta bir arada oturan dervişlerin oturuş şekli, adabı, tavırları aynen uyar müslüman’a, ellerinde bir Kuran’ları eksiktir sanki. Sahneler pek tanıdıktır bu yüzden.



İslamın iki kutuplu yapısından manevi boyutunu alıp insan ruhunu işlemeyi konu edinmiştir film. Manastırdaki insanların ulaştıkları seviye ve bu seviyedeki güç modelini alıp islamın toplumsal yapısı ile birleştirince model müslümanı buluruz karşımızda. Din’in yarısını, ‘insanlar’ arasındaki ilişkileri değil de bir ‘insan’ı konu almıştır film.

Filmde bir de, fazla yerde sözü geçmese de “arkeolojiyi biliyorsun ama insan ruhundan bihabersin” denilerek gerçekliği yüzüne vurulan bir profesör vardır. Dervişlik yolundaki bu profesör de Tarkovski’nin İz Sürücü’sündeki profesörü hatırlatır izleyince.

Film boyunca derinleşmeyi başarmış diğer filmler ile benzerlikler ve sufi çağrışımlar sürüyor. Çekim kalitesi daha iyi ve oyuncu sayısı daha az olabilirdi belki. Başlangıcı klasik bir harita peşine düşme hikâyesi olsa da son sahnelerde muhteşem zikir sahneleri izletti film bize.

Birkaç defa izlemeye değecek kalitede simgeler, çağrışımlar gizlenmiş sahne aralarında. Manastırdaki egzersizleri fazla anlatmadım. Keşke film bitmese ve manastırın diğer bölümleri de gösterilse ya da tüm film bundan ibaret olsa demiştim kendime. İç enerjisine eğilmek, bu şekilde güçlenmek dışarıdan seyrederken bile eğlenceli olabiliyormuş demek. Bir daha düşününce insandan gayrı yaratılmışlar; kuşlar, balıklar, sürüngenler, diğer memelilerin de iç enerjilerini güce dönüştürecek şekilde yaşayıp garip hareketler yaptıklarını fark ettim. Zikir halkasındaki dervişin hareketleri de çırpınan bir kuşa benziyordu bazı anlarda. Kâinatta yaratılmış ne varsa iç enerjisi ile yönleniyor, zikrini tamamlıyordu. Balık yüzüyor, kuş uçuyor, kedi köpek kendince sesler çıkarıyor, hayvanlar zikrediyordu. Ama kendi varlığını sorgulayabilecek yeterli zekâya sahip tek canlı ‘insan’ nasıl arayacağını bile bilemiyordu bazen. Bunu için vardı öğreticiler, rehberler.

Yaratılmışın her türüne, her türün zikrine kulak verenlere selam olsun.
Kaynak: http://www.sinemazingo.com/

Sezai EkinciNovember 25, 2013, 12:43
[1]
Çevrimiçi Üyeler
Üye Ziyaretçi