PROTESTO
Mathieu Kassovitz’e 8 dalda ödül, 11 dalda adaylık kazandıran 1995 yapımı Protesto (La Haine), mottosunda “üç genç arkadaş ve son bir şans” der. Yönetmenin 25 yaşında çektiği ve ikinci uzun metraj filmi olan Protesto, Paris’in kenar mahallelerinde sınıflarından, ırklarından dolayı tecrit gören gençlerin birer aynası olan siyahi Hubert (Hubert Koundé), Yahudi Vinz (Vincent Cassel) ve Arap Said’in (Said Taghmaoui) bir saniyesi bir ömre bedel 1 gününü anlatır. Bu 1 günde dostluk, isyan, dayak, ihanet, korku, heyecan, üzüntü, yoksulluk, çaresizlik, pişmanlık ve ölüm vardır.
Ders 1: Silahımız yoksa da taşlarımız var.
Bizde hürmet görür bir tabiri hatırlatır bu: “paramız yoksa da haysiyetimiz var”. Kavramları silah:para, taş:haysiyet olarak eşitlemek aslında pek de abes olmaz. Hak var, laf sahibinin parasının olmadığı da göz önüne alınırsa, bu çifte kavrulmuş bir yoksunluk olur, taştan bir haysiyet barındırsa da. Protesto’nun seyirciye gözünü kırptığı ilk saniyelerde, bir polis ordusunu karşısına almış banliyö zırhlısı (taştan başka kaybedeceği olmayan) bu lafla efelenir polise karşı. 96 dakikalık filmin bütününe dair büyük ipucu sayılabilecek bu çıkış, atası Yeni Dalga’nın 400 Darbe’si olan yitik, bunalımlı, isyankâr Fransız gençliğinin doksanlı yıllardaki ahvalini anlatır. Polise karşı ifrit derecesine varan alerjileri olan bu gençler, polis zapturaptı altına girmektense kendilerinin kurallarıyla süren pejmürde bir hayatı tercih ederler. Çünkü polis kötüdür, polis katildir, polis özgürlüklere en büyük engel, varlığa en büyük düşmandır. Öyleyse savaş başlamalı, isyan semirtilmeli, mevcut düzene ayak diremelidir.
İlk düsturun hemen ardından gelen “bu film çekildiği sırada ölenlere adanmıştır” notu, filmin gerçek hayatla bağlantısını ortaya koyar. Evet, doksanların başında Fransız banliyölerinde tam da böyle çatışmalar olmuş, arabalar yakılmış, mekanlar tahrip edilmiş, çoğu genç hayattan kopmuş, savrulmuş bir kısmı ise –kazara- ölmüştür. Bu ilk banliyö ayaklanması da değildir ayrıca. 20 yıl evvelinden başlayan, zaman zaman kendini tekrar edip varlığını hissettiren kangren olmuş bir azanın bünyeye verdiği zafiyettir. Zaten filmin etrafında döndüğü üç kahramanı Vinz, Said ve Hubert’in gerçek hayattaki adlarının da yine bunlar olmasını yönetmenin, gerçeğe gerçek katmak adına yaptığını söylemek pek yanlış olmaz.
Tam da bahsi gelmişken, Protesto’yu geniş çerçevede anlamak, geçmiş ve bugün arasında banliyö hayatına az da olsa vakıf olmak için yüzü omuzdan öte biraz gerileyip 1970lerin sonuna doğru bakmalıyız. Yani kurgudan biraz ayrılıp, kurguya hayat veren gerçekliğe doğru eğilmek hem filmi hem de banliyöleri anlamada yardımcı olacaktır.
Banliyö (fr.banlieue), kelime anlamı olarak “sürgün yeri” demektir. Şu zamanın şehirlisinin hayatın keşmekeşi, stresinden uzaklaşıp rahata erdiği ‘şehir merkezinden 30 km.uzakta bir cennet’ temasından farklı olarak banliyöler, özünde şehirlinin kovduğu insanın kıyı/köşesidir. Çok daha eskilerde şehir dışı ufak yerleşim yerlerini ifade eden bir tanımken, kapitalizmin obezleşmesiyle birlikte daha siyasi ve ayrımcı bir anlam kazanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası politikayla birlikte normal bir insan statüsüne erişerek birer şehirli olmayı umut eden banliyö insanının hayalleri, “Muhteşem Otuzlar” denen dönemin yerini etnik ayrılmalara bırakmasıyla, artan işsizliğin getirisi büyük sosyal sınıf farklılıklarının oluşmasıyla birlikte yıkılmış, sonuçta banliyö yönetimden uzak yoksul, isyankar, tehlikeli bir şehiraltı bölge olmuştur. İlk polis ve banliyö halkı arasındaki çatışma 1979 yılında Lyon şehrinin bir banliyösünde yaşansa da asıl büyük çatışmanın fitili seksenli yılların başlamasıyla ateşlenmiştir. “Rodeo” denilen varoş kinayesinin altında bir grup gencin keyfice bir arabayı çalıp peşine de polisi takması, bu büyük eğlencenin hemen ardından da o arabayı ateşe verip oradan uzaklaşması yatar. 1981 yılında sosyal eşitsizlik ve ırk ayrımcılığına karşı 250ye varan “rodeo” tipi olay yaşanmış, polisin bölgeye girip düzeni sağlamaya çalışmasıyla da bölge daha kapalı bir hale bürünmüş ve kendi illegal iç düzenini kurma yoluna gitmiştir. “Saatli Bomba” kavramı bölgenin bu durumuna karşılık gelen çok yerinde bir tanımlamadır ve bomba mekan ve zamanı ayarlanınca iflah olmaz bir faciaya doğru geriye sarar. Bölgede asayiş hiçbir zaman berkemal olamaz ama varoş milleti kendi dalgalı sularında ilerlerken ikinci bomba 1990 yılında polisin Lyon’da iki motosikletli gence çarpmasıyla patlar. Bu sefer daha çok öfkelenen ve nefretini katil addettiği polise yönelten banliyö insanı arabalar, devlet binaları ve mağazaları ateşe verir; kamuda görevli polis, itfaiye ve sair varlıklara bu nefreti olağan hışmıyla kusar.
“Protesto” işte bu doksanlı yılların ağır isyan havasının yani ikinci büyük bombanın patlayışını anlatır. Bu isyan dalgasının son olmayacağını sadece filmi izleyerek, finalden de anlayabiliriz. Nitekim 2005 yılına gelindiğinde on beş yıldır geriye saran üçüncü bomba da patlamış, toplam 21 gün süren bu çatışmada 9193 araç yakılmış, 2921 kişi sorguya çekilmiş, 56 polis yaralanmış, çok sayıda kamu ve özel mülkiyet alanı yakılıp tahrip edilmiştir. Dönemin İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin “sıfır tolerans” sloganıyla aşırı milliyetçi politikası sorunu çözmek mahiyetli değil de pisliği temizleme odaklı hijyenik bir amaç taşır. Öyle ki o bu meseleyi nüktedanlığa da vurarak “Bunları Kärcher’le temizlemek lazım” der ki biz ona Kärcher değil de çamaşır suyu deriz daha çok. Yani Sarkozy’nin şovenist söylemleri, yabancı düşmanlığını körüklemiş, genç değil de birer serseri sayılan banliyö insanı iyice saftan çıkartılarak şehrin çok daha ötelerine kovulmuştur. Şuan Fransa Cumhurbaşkanı olan Sarkozy’nin bu durumun geleceği için oluşturduğu çözümlere de seyreyle gözüm demekten başka söyleyecek kelam olmasa gerek.
Ders 2: Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.
“Bu elli katlı binadan düşen adamın hikayesi. Adam kendini rahatlatmak için sürekli şöyle diyormuş: Buraya kadar her şey yolunda. Buraya kadar her şey yolunda. Buraya kadar her şey yolunda…”
“Buraya kadar her şey yolunda” filmin en büyük lafıdır. Beş kelimeyle kaim olsa da, altında yatan banliyö gençliğinin hayatına paralel gerçeklik bu cümleyi büyük yapan şeydir. Onlar mütemadi bir düşüştedirler. Her katta düşüşlerinin vahametinden ziyade hala yaşıyor olmanın doluluğuna bakarlar. Ta ki yerle yeksan olup, toprakla tek vücut olana kadar düşüşün bir ehemmiyeti yoktur. Tüm ailesi hapishanede olan, umutsuz ve önemsiz bir gettonun düşüşü kimseyi ırgalamaz da. Bu 50 katlı binadan yere doğru düşüş ve filmin başından itibaren ilerleyen saat (veya tersine, kurulduğu andan itibaren geriye saran saatli bomba) en nihayette şiddetli bir çarpış ve dehşet bir patlama olacağının ipuçlarıdır. Bu iki durumun filmin başında birleştirilip dünyaya düşen ateşli bir şişeyle metaforlaştırılmasında da yere çarpış ve akabinde büyük bir patlama vardır. Yani filmin merkezinde yer alan tema, düşen bir gençlik ve yere çarptığı anda oluşturduğu büyük infialdir.
Yönetmen Kassovitz, bir gerçeğe ölümsüzlük kazandırmak ve seyircinin fikrinde ideal zemini hazırlamak adına, başlangıçta gerçek isyan dalgasının görüntülerini uzunca sunar. Polisler, zırhlar, coplar, tanklar, silahlar, kaba kuvvet ve gaz bombasına karşılık, banliyö gençliği, taşlar, tekmeler, yumruklar, pankartlar, danslar, oyunlar.. Yönetmene en büyük kolaylığı belki de bu hikayeyle eş zamanlı isyan dönemi sağlamıştır. İsyancı gençlerden Arap kökenli Abdel Ichaha’nın hapishanede bir polisin mezalimine maruz kalması sonucu sağlık durumunun kritik bir hal alması olayların nirengi noktasını oluşturur. Bu vakıa saat tam 10:38’de saatli bombayı kurar ve bomba geriye doğru saymaya başlar.
Üçlüden ilk karşımıza çıkanı “Fatma’nın eli” kolyesiyle, yüzünden nefreti zahmetsizce okunan, polise karşı bütün isyankar edasıyla dikilmiş Said olur. Bir yanda hiçbir şeysiz Said’in, diğer yanda ise tam teşekkül teçhizatıyla kendini sağlama almanın rahatlığında bir grup polisin olması, burada polisin daha güçlü olacağı anlamına gelmez. Ortada somut bir çatışma durumu yoktur ama Said kendi meşrebince galibiyetini yazar: “Said: Kahrolsun polis!”. Hem de bunu bir polis aracının üzerine yazar ki bu durum, “bir/ey, bir ses olarak ben de bu çembere dahilim ve polisi istemiyorum” demenin en cesur hallerindendir. Ayrıca banliyö serserilerinin tek düşmanı polis de değildir. Aynı sitede, yan apartmanda yada karşı dairede oturan herhangi bir mahalle sakini de huzurunu bozan bu kopuk gençlikten kurtulmak için polisin varlığını destekleyebilir.
Said’in Vinz’i almaya gitmesiyle Vinz’in yarı muhafazakar yahudi ailesini de görmüş oluruz. Giderek asiliğe vurup, okula gitmeyi bırakan, dinden de uzaklaşarak her tartışmada ortamdan kaçan toruna büyükannenin lafı ağırdır: “Herkes tartışmadan kaçarsa ne olacak? Sonunda büyük bir kargaşa çıkacak”. Bu halihazırda çıkmış kargaşanın içinde Vinz, Taxi Driver’da Robert De Niro’nun aynadaki aksine dik kafalandığı meşhur “you talkin’ to me?/ bana mı dedin?”sahnesini oynar. Aynen o filmdeki gibi Vinz de nefretini kontrol edemeyen, kaba kuvvet ve dayatmayla her şeyin hallolacağını düşünen, tali yolları olmayan ana hat bir insandır. Siyahi boksör Hubert’in de yanlarına katılmasıyla üçlü, yiğitliklerinden dem vurarak sokağa çıkar, ot’lanır, mekanlarına giderek diğer banliyö gençliğinin arasına katılır. Orayı kendi gayri resmi otorite bölgesi sayan büyüklü küçüklü gruba kaşı, polisin resmi otoritesi kısmen baskın çıkar; Said ve grubu yine sokağa iner.
Ders 3: Gelecek Biziz!
İsyancı gençliğin kini yalnızca devlete, sisteme yönelik değildir; hal dilinden anlamadığına inandıkları bütün insanlara ve medyaya karşı da soğuk ve sinirlidirler. Çünkü medya bu gençleri isyanından nemalandıkları birer reyting metası olarak görür ve Hubert’in söylediği gibi onlar Thoiry’nin seyirlik hayvanları hiç değildir. Nefret, kendilerinden olmayana yöneldiği halde isyanın tahribatı herkesi içine alır. Öyle ki arabalar veya iş yerleri bizim/diğerlerinin ayrımına tabi olunmadan yakılır, talan edilir. İsyana giden her yolu mübah sayan bu umursamazlık, davada ortak olan bu gençliğin içten içe birbirine duyduğu nefretinin de bir göstergesidir. Said’in arkadaşı Darty’nin bütün mal varlığı, tek birikimi olan arabasının yakılması sonucu küplere binmesi işte bu isyanın ayrım yapmaz tavrına yönelik bir karşı isyandır.
İsyan esnasında bir polisin kaybolan silahının nerede olduğu çok mühimdir. Zira bu silahın kısasa hazırlanan banliyö gençliğinin eline geçmesi işleri daha onulmaz bir hale sokabilir. Fakat ve nitekim bu silahı zulalayan Vinz’den başkası olmayınca üçlü arasında saygı, itibar ve denge kavramları tartışılmaya başlar. Heyecanlı ama aynı zamanda toy olan Vinz, silahla kendi keyfiyetince denge kuracağını düşünürken, Hubert bilinçli bir bıkkınlıkla bunun aslında aptallıktan başka bir şey olmadığını söyler. Zaten bu grubun sadece konuşanı Said, sadece düşüneni Hubert, düşünmeden konuşanı ise Vinz’dir. Abdel’i ziyaret için gittikleri hastanede ise yine buna paralel olarak olay çıkaran Vinz, yatıştırmaya çalışan Hubert olur ama önemli olan konuşanın yani “elebaşının” kim olduğudur. Said’in elebaşı olması polisler için görünürde gayet mantıklıdır ama diğer arkadaşları için o sadece zararsız bir elemandır.
Polis ve Vinz arasında geçen diyalogda, polis aslında bütün yapılan uygulamaların onları korumak için olduğunu söyler; “benzeri benzerinden korumak”. Hubert’i konuşmaya dahil eden “Bizi sizden kim koruyacak?” sorusuna ise polis acıyan bir tavırla sessiz kalır. Sokakta top oynarken düşüp bacağını yaralayan çocuğa annesinin de iki tokat savurup “adam olsaydın da düşmeseydin” demesine benzer bir erkin bakışıdır bu. “Adam olun, akıllı olun, dediğimize gelin.. Biz sizi koruyoruz zaten yau..”
Ama Vinz kendini koruyan bir sistemi asla kabul etmez. Diğer gençlerden daha sivri ve dik âlâ dik başlı olan Vinz için polis tamamen farklı bir dünyada ikamet eden, eli sıkılmaya değmez bir varlıktır. İstediği zaman akabini düşünmeden bir polisin ömrüne noktayı koyabilir; sözde. Sözde, çünkü yine bizim beylik laflarımızdan birinin işaret ettiği gibi havlayan bir köpeğin ısırması ekstrem bir durumdur ve Vinz için havlayan bir köpek teşbihi pek hata götürmez. Gürültü, gelecek tepkinin miktarını ve buna paralel şiddetini artırır. Bunu diğer iki genç az da olsa idrak edebilir ama Vinz’in kuru sıkı halleri hayırhah bir sona işaret etmez. O düşünmez ve Hubert’teki düşünce fazlalığı zafiyettir ona göre. Düşünce mi evladır; gürültü mü, bunun cevabını ise film yavaş yavaş sunar izleyene.
Ailesinden çoğu hapishanede olan Hubert, bir şeylerin yanlış gittiğinin bilincindedir ve kaçmak, gitmek ister; kurtulmak ve daha insancıl bir yaşama kavuşmak. Cebine ve teninin rengine bakmadan “gideceğim!” diyerek büyük kelam etmesine anneden gelen gayet realist cevap: “Yolda manav görürsen bir marul al”dır. Şairin dediği gibi, kendinin bile ücrasında yaşayan Hubert için, gidilecek yer ne kadar uzak olabilir? Marul alıp gelebilecek kadar belki de.
Hubert’in odasında düşüncelere dalmasının akabinde gelen sahne ise çekim tekniği açısından da takdire şayandır. Bir gencin odasına kurduğu sistem aracıyla bütün sokağa yaydığı Edith Piaf sesi ile kuş bakışından banliyöyü de görmüş oluruz. Taşra bu sese teşnedir ve müzik, bu gençler için vazgeçilmezdir. Özellikle filmin ilk şarkısının Bob Marley’in Burnin’ and a-Lootin’ olması da ayrıca manidardır. Çünkü Marley de Jamaika gettolarından doğmuş ve kısacık ömründe hem şarkıları hem de yaptıklarıyla siyasi ve etnik ayrımcılığın karşısında durmuştur. Bu şarkısı ise başlı başına filmi ve getto insanını anlatır. Rap, raggie, hip hop ile sokakları kendilerine pist eyledikleri break dans, banliyönün muhtelif duvar ve reklam panolarını ince alaylarla süsledikleri grafitiler, kendi meşreplerine göre ayarladıkları şifreli bir dil ve tepeden tırnağa asla taviz vermedikleri marka kıyafetleriyle bir bütündür bu gençler.
Ders 4: Dünya Sizin(mi)dir!?
Abdel Ichaha’nın kardeşi ve yandaşları intikam hıncıyla polise saldırınca, gençler için yeni bir seyirlik eğlence başlar. Bu gençler, ne kadar tehlikeli olursa olsun ufacık bir kıvılcımı hazır olda bekler ve onu hemen büyük bir alev topuna çevirirler. Bu çatışmalar Vinz ve onun gibi varlığını hamasi laflarına borçlu bütün gençler için bir kendini gösterme, varlığını kanıtlama şovudur. Kapana kısılmışken Vinz hemen bulduğu silaha sarılıp polise doğrultur, yine o metal kudretin ardına saklanır. Bir kez daha Hubert’in “silahla şaka olmaz” minvalli hınçlanmasıyla o kapandan bilek gücüyle kurtulurlar. Ama bu gerçek Vinz’in dilinde bambaşka bir seyirle yeniden yazılır; o eser yağar, polis büyükten necasetini neredeyse salar korkudan, çok haşmetli Vinz darmaduman eder mahalli ve akabinde kurtulurlar; falan.. Hubert’in bu laflara sessiz, sakin az biraz da gülümser hali onu diğerlerinden ayıran farkın büyüklüğüne işarettir.
O, otobüs camından gördüğü küçük dünyasında büyük panolara yazılmış “Dünya sizindir!” lafının mahiyetini kavramaya çalışır. Bu dünyanın onların olmadığı aşikardır, “peki kimindir?” sorusunun şaşkınlığı sarmıştır yüzünü.
Filmin en dikkat çeken sahnelerinden birisi de tuvalet sahnesidir. Vinz burada kızgınlığı ve taşkınlığının asıl nedenlerini kendince sıralar. Fare deliklerinde yaşamaktan bıkmıştır, polise kendini satmayacaktır, hiçbir şey yapmadan sistemin çarklarının kendini öğütmesine izin vermeyecektir ve ona göre kısas yapıp Abdel’e karşılık bir polisin canını almanın mantığı ise diğer yanağı çevirmemekte yatar. Hıristiyanlığın ünlü “sana bir tokat atana sen diğer yanağını çevir” öğretisi gibi bir safdilliği kabul etmez, onun tercihi Newton’un etki tepki prensibinden yanadır daha çok. Sokağın öğretileriyle yoğrulmuş Vinz’e karşı, eğitimin kıymetini yoksulluk ve ayrımın acısıyla kendine öğreti kılmış Hubert’in çatışması sürerken tuvaletlerin birinden çıkan küçük bir adamın “Bu bana gerçekten çok iyi geldi.. Tanrıya inanıyor musunuz? Aslında bu çok yanlış bir soru, acaba Tanrı bize inanıyor mu?” diyerek ardından bir hikayeye başlamasıyla hepsi susar ve bu küçük adamı pür dikkat dinler. Adamın bu hikayeyi neden anlattığı ve daha önemlisi bu hikayenin ne anlattığı hiç anlaşılmaz.
İki arkadaş Sibirya’ya sürgün edilmişlerdir. Küçük adamın arkadaşı Grunswalski trenin tek durduğu yerde utangaçlığından ötürü başkalarının önünde tuvaletini yapamaz. Uzaklaşıp işini görürken ise tren hareket eder ve o yetişmek için pantolonunu tutsa elini uzatamaz, elini uzatsa pantolonu düşer. Hikaye bundan ibarettir. Peki büyük ciddiyetle gençlere bunu anlatan ve ardından “Yaa işte böyle çocuklar, anladınız mı beni?” diyen bu ilginç adamın bunu anlatmasındaki amaç nedir? İlk olasılık, en başından beri bütün konuşmalara kulak misafiri olan bu adamın kendine has üslubuyla yükselen tansiyonu eski bir arkadaşlık hikayesiyle düşürmeye çalışması olabilir. Yani öylesine bir hikayeyle bu gençleri susturmak ve “neden” diye düşündürmek istemiştir sadece. Yada ettiği laflar bünyesine oranla hayli büyüktür ve o gerçekten bir ders vermeyi amaçlamıştır bu gençlere. Dünyada ne büyük sıkıntılar, güçlükler olursa olsun bu sorunların aslında en büyüğü rahatlamaktır; tuvalete gidip rahatlamak. Tuvalette iken yapılacak şeyin de haliyle rahatlamak amacı gütmesi gerekir. İki gencin bu mekanın varlık amacını sapıtır yöndeki davranışları adama ulu orta rahatlamaktan utanacak raddede çekingen olup da trene yetişemeyen gariban arkadaşını hatırlatır. Yani tuvalet deyip geçmeyin, bulunduğunuz yerin kıymetini bilin ve burayı amacından çıkaracak davranışlarınıza son verin. “Yaa işte böyle çocuklar, anladınız mı beni?”
Said’in Asterix’ten borcunu almak için bindikleri banliyö treni ise bambaşka bir gerçekliktir. Sanki bu yolculuk gezegenler arası yapılan bir yolculuktur ki şehre inince her şey büsbütün farklılaşır. Bunun ilk belirtisi, Said’in trenden inice adres sorduğu polisin ona “iyi günler bayım” demesidir. Said, benzeriyle hiç karşılaşmadığı bu davranış karşısında hayli şaşırır ve “siz” olmanın mutluluğunu yaşar. Yani, bu çocukların mutlu olması için bu üç kelimeyi bir araya getirmek bile yetebilir. Asterix’in evindeki kısa rulet şovdan sonra sokağa inen gençleri kapıda polis karşılar, Vinz paçayı kurtarıp son tren vaktine kadar şehir turu yaparken diğer iki genç karakolda işkencenin ve aşağılamanın envai halini yaşar. İşin ehlinden ideal polislik dersleri alan toy bir polis vardır orada, bütün yöntemleri seyreder; aşağılama ve hakaret suçlu olan iki gence yöneltilse de onda kendi sathında olanlara karşı bir acıma vardır. Zavallılar olarak bakar onlara; güçsüz iki gence elindeki yetkinin bütün gücünü maddenin sert etkisiyle sunan meslektaşlarına karşı duyduğu çelişkili bir duygudur belki de bu.
Ders 5: Dünya Bizimdir!
Son treni kaçıran kahramanlarımızın yolu onlardan hiç beklenmeyen bir yere düşer. Burası modern Paris halkının elitist çevresinin boy gösterdiği bir sergidir. Ait olmadıkları ama aidiyet sorunu yaşamadıkları bu ortamda kendilerine münhasır hallerine karşı kınayan bakışlara maruz kalsalar da onların kaybedecek bir şeyleri yoktur zaten. Camus’nün Paris halkına yakıştırdığı bir yaftayı hatırlatır bu. Bu şehrin insanları çok kitap okur, kültürlüdür. Ama aynı zamanda rezildir de. Vinz, Hubert ve Said, serginin elit tebaasının bayağı Sthendal sendromunu yaşamaz, onlar için mühim olan anlam veremedikleri nesnelerle donatılmış sergi değildir; başlarını sokup bir de karınlarını doyuracakları bir çatı altı daha manidardır. Fakat şehirli insana yakışmayan fevri davranışlarla bu ortamda kalamayacak ve yine meskenleri, sokaklara itileceklerdir. Bu sona sebep sanat camiasının “banliyö ne anlar sanattan?” ötekileştirmesi midir, yoksa sanatın kendine özgü lisanından anlamayan bir gençliğin ona karşı kaba saba davranışları mıdır? Belki de ikisidir.
Araba çalmayı akıl edip de sürmesini bilmeyen üç arkadaş o geceyi sokakta geçirecektir. Karşıda Eyfel’in muhteşem görüntüsüyle birlikte tren istasyonunun tepesinden şehre ve geceye karşı felsefeyle karışık siyaset yaparlar. Fransız bayrağının üç renginin temsil ettiği özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve Le Pen’in dazlaklarına savrulan küfürlerle dolu bir gecede otla süsledikleri bir Paris eğlencesi yaşarlar. Burada Hubert o meşhur hikayeyi anlatır Vinz’e: elli katlı binadan düşen adamın hikayesi. Vinz ise giderek alçalıp küçülmekte, yere yaklaştıkça ne kadar küçüldüğünün farkına varmaktadır. Said’in yoldaki bir panoda “Le monde est a vous/ Dünya sizindir” yazısını elindeki spreyle “Le monde est a nous/ Dünya bizimdir”e çevirmesi aslında bütün bu teranenin de özetidir. Hubert’in de karşılaştığı ve inanmadığı bu lafın doğrusunu Said ufak bir düzeltmeyle yazmıştır. Bu dünya Le Pen gibi insanların dünyasıdır, bu üç genç ve onlar gibilerin dünyası olamaz.
Bundan sonraki evrede kulağımıza çalınan saatin tiktakları artar; o onulmaz sonla aradaki fark iyice küçülmüştür. Tren istasyonunda gecenin kalan kısmını geçirecek olan gençlerden Hubert’in bir saptaması vardır. Sistemin ortaya sürdüğü kurgunun piyonu, şık keçi derisi ceketinin içinde hiç de zararlı görünmeyen ama aslında türünün en zararlısı olan, sitemin yürüyen merdivenini kullanan bu tür, Le Pen’e oy verir, ama ırkçı değildir. Göstermelik hüsnüniyetlerinin arkasında gizledikleri gerçek benlikleriyle işte bunlar, türlerinin en kötüsüdür. Kendi ince derisinin üstüne geçirdiği kalın keçi derisi, içindeki gizli düşmanı saklamaya asla yetmez.
İstasyondaki dev ekranda tv keyfi sürerlerken Bosna İç Savaşı’nın gelişmeleri ardından gelen Abdel Ichaha’nın ölüm haberiyle kanlarını içlerine akıttıkları bir şok yaşarlar. Vinz, intikamın büsbütün sardığı bünyesiyle bir polisin canını almanın hayallerini eylemi yerine getirmeden evveli hazır eder. Arkadaşları ise Vinz’in gözü kara halinden artık bıkmış, her an bir delilik yapacak olmasının verdiği huzursuzluktan sebep, onu kendi halinde bırakıp oradan ayrılmışlardır. Yolda karşılaştıkları sokak çetesi arasında gizli bir sürpriz vardır biz izleyenlere. Gruptaki sataşmayı ve akabinde çatışmayı başlatan eli sopalı dazlaklardan biri ve daha sonra da bizim gençlerin sağlam meydan dayağını yiyen dazlak, filmin yönetmeni Mathieu Kassovitz’in tam da kendisidir. Vinz öldürme işini yapabilme/yapamama iddiasını kanıtlamak için bu dazlağın canına kıyma hususunda gözünü karartmıştır. “İyi bir polis olabilir, ama dazlağın iyisi olmaz” diyen ve Vinz’in elinin ayarını ölçmeye çalışan Hubert’e karşılık, Vinz o çok dile getirdiği “öldüreceğim!” yiğitliğini yapamamış ve öldüremeyeceğini kendisi de anlamıştır. Uzun ve belalı bir gecenin ardından sabah ilk trenle banliyölerine dönen gençlerden Vinz, silahın vücuda saldığı kof cesaretin farkına varmış ve artık silahı taşımaktan feragat edip, onu Hubert’e vermiştir. Vinz’in kavramaya başladığı insan hayatının pahası onu biraz yumuşatmışır ama bir gün öncesinin intikamını alma fırsatını ele geçirmiş polis, yolda bu gençleri yakalar, olayı şahsi meseleleri haline getirebildikleri Le Pen yetkisiyle benzetme işine girişir.
Yere çakılmaya artık saniyeler kalmıştır. Bu gençlerden farkının, sahip olduğu insani sıfatları ve yetilerinin ne olduğu şekilde asla anlaşılmayan bir polisin, elinin değdiği yeri bilmeden, ayarsız ve aymaz tavrının sonucunda gelen silah sesi Vinz’in düşüşünü saat tam 06:00’da sona erdirir; artık yerdedir o.
Son Ders: Tekrar
“Bu düşen bir toplumun hikayesi..Düşerken kendini rahatlatmak için sürekli şunu tekrar edermiş: Buraya kadar her şey yolunda. Buraya kadar her şey yolunda. Buraya kadar her şey yolunda…
Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”
Vinz’in, Hubert’in, Said’in ve onlar gibilerin düştüğü mahalde, kulakları delen bir gürültü olur. Ondandır ki; sağırdır bütün kulaklar..
Yönetmen Kassovitz, yirmi yıllık nefreti kendi lisanı, kurgusu, kamera açıları, çekim teknikleri ve siyah-beyazın büyüsüyle çarpıcı bir ustalıkla sunmuştur seyirciye. Bu filmle Cannes’da kazandığı ödülü reddetmesi takdirliktir ama Protesto’dan sonra yaptığı filmlerde aynı başarıyı gösterememiş olması da düşündürücüdür. Belki de onu Protesto’nun yönetmeni olarak değil de Jean Pierre Junet filmi Amelie’nin Nino’su olarak tanır herkes. 2003 yılında vasat bir korku filmi olan Gothika’yı yönetmiş, 2005 Steven Spielberg yapımı Münih’te ise, Yahudi intikamcı Robert’ı canlandırmıştır. Beklenir ki elinden Protesto gibi bir film düşüren yönetmen Mathieu Kassovitz, şöyle bir titreyip kendine gelsin, bize seyredilesi güzel filmlerden yapsın..
NURHAN ÇAĞLAR
İYİ SEYİRLER
-1-
-2-